Birbirinden ağaçların renkleriyle ayrılan bir arazinin tam ortasında, yürüdükçe ayağımın altında çatırdayan kuru yaprakların sağa sola savrulup yol kenarındaki heybetli ağaçların kökleri arasında biriktiği, sonsuz bir patikada yürüyoruz. Patika dediğime bakma, basbayağı ensiz, yer yer çamurlu ve cıvıklaşmış çamurdaki ayak izlerine bakılırsa yalnızca çobanların ve peşleri sıra adım adım ilerleyen kuzuların, inek ve keçilerin kullandığı ücra, tekinsiz bir yol burası. İki kenarındaki ağaçların yürüdükçe seyrekleştiği, su istemek veya yol sormak için olsun, ilaç niyetine bir insana dahi rastlayamayacağımızı düşündüğüm bu yol, sağlı sollu dönemeçlerle ötedeki dağa doğru devam ediyor. Hem de nasıl devam etmek! Deyim yerindeyse kıvrıla kıvrıla... Yürüdükçe tek tük çalılar, ustaca yapılmış lakin hunharca esen rüzgara, şakır şakır yağan mevsim yağmurlarına dayanamayarak bozulmuş kemirgen yuvaları ve irili ufaklı başka delikler görüyoruz. O kadar ilginç ki bunlar, biraz sonra hava kararınca kuytu bir kovuğa sığınmak zorunda kalacağımız inan aklıma bile gelmiyor. Allah vere de yağmur bastırmasa bari.
Ağaçların o sert ama sağlam kabukları o kadar güzel ki, kimileri bunları bıçaklarıyla güzelce kesip reçineyle yapıştırarak bardak filan yapıyor. Kimileri de ateş tutuşturmak için bunlardan faydalanıyor. O kadar da güzel yanıyor ki imansız, sorma gitsin! Çatır çatır yandıkça insanın içine bir sıcaklık, rahatlık geliyor. Sonra kimi yerde yirmi insan boyuna erişen uçsuz bucaksız kavak ağaçları, bol yemişli meşeler, kızılçamlar, köknarlar, alabildiğine uzanan bu bayırlı tepelikte rüzgarla birlikte hışırdayıp duruyor, o kadar keyifli ki! Gözlerini kapatıyor ve hayallere dalıyorsun, sonra yanan ateşe bir ağaç parçası daha... Gün henüz bitmedi.
Birkaç peksimet, belki de biraz kuru kayısı, bir avuç fındık veya ceviz. Başka ne var ki yanında? Neye ihtiyacın var? O büyükçe kayanın ardındaki yabani fındık ağaçlarının gölgesinde kendiliğinden bitmiş böğürtlen çalıları ve adını bilmediğim, iğdeye benzeyen, kupkuru bir meyve çalısı daha var. Ayaklarında biraz olsun derman kaldıysa oralara git, onlardan getir bana. Belki o kayanın kuytuluğunda büyümüş, arsız birkaç mantar da bulursun. Sonra o taraflardaki çam ağaçlarına da bak, iğne yapraklarından birkaç tutam getir bana. O iğne yaprakların çayı o kadar güzel olur ki, sorma gitsin! İnsan ne evini arar ne de şehrin o sahte "keyfini"... Çantanda buralara kadar getirdiğin o kömür karası minik demlik sana öyle bir lezzet sunar ki, teşekkür etmeye kelime bulamazsın!
Ateşe birkaç odun atalım da gel, otur yanıma. Sana dedemden dinlediğim o efsanevi hikayelerden anlatayım, çam iğnesi çayının yanında iyi gider. Kuytu mağaralarda yaşayan devlerin, onların kaçırıp ücra saraylara hapsettiği prenseslerin, onları kurtarmaya gelen olağanüstü kahramanların hikayelerini anlatayım... Isındıkça neşelen, neşelendikçe ateşin yüzüne vuran akisleri daha güzel gülümsemeler oluştursun yüzünde. Gözlerine fer gelsin, güzelliğin daha bir anlamlı olsun, hem fena mı biraz doğanın kime ne zararı var?
Gece çöküyor... Ay pürüzsüz bir Acem tepsisi gibi parlıyor, gökyüzü pırıl pırıl. Gözlerimi kapatıp dünyanın başka bir noktasında, başka bir hikayede, başka başka kahramanlar olduğumuzu hayal ediyorum,
ve dileğim gerçek oluyor.