26 Mart 2013 Salı

Yol Hikayeleri : Safa ile Merve


21 Kasım, 95'

Ben bunları düşünüp, kendimce işe yarar cevaplar ararken uzaklardan eski püskü, gaz tenekesini andıran, bordo bir Anadol’un geldiğini gördüm. Arabada amortisör namına pek bir şey olmadığındandır herhalde, engebeli yolda hoplaya zıplaya, ağır ağır geliyordu. Hani at gitmek istemez ama sahibinin kırbaç darbelerinden yılıp istemeye istemeye koşar ya, aynı şekilde şoför de arabayı zorluyor gibiydi. O arabanın da canı olsa kesin böyle söylerdi kanımca.

Araba biraz yaklaşınca oturduğum yerden doğruldum ve beni görsün diye elimi kolumu sallamaya başladım. Güzeltepe tarafına çıkıyorsa beni de alırdı, yarenlik ederdik. Benim kafamdan bunlar geçerken, mevzubahis araba inceleyebileceğim kadar yaklaştı ve bana aklıma gelen şeylerin ne kadar doğru olduğunu gösterdi. Araba dökülüyordu, büyük ihtimal hurdalıktı. Kapıları, tamponu, kaportası çamur içindeydi. Daha önce bu tür taşlı topraklı yolları yıllar boyunca arşınladığı anlaşılıyordu. İhtimal bu arabanın bilmem kaçıncı sahibi olan şoför şehir şehir gezen bir mümessil yahut çok konuşan, bekar bir sigortacı veyahut güç bela denkleştirdiği üç kuruşuyla ayağını yerden kesmeye teşne, kendi halinde bir beyefendicikti. Belki de bu Anadol’un sahibi kıymet bilir bir adamdı, belki ona babasından kalmıştı da zavallıyı ıskartaya çıkarmaya gönlü vefa etmemiş, “böyle zorlu yolculuklarda tırıs tırıs giderim, biznillah varacağım yere varırım” diyerekten arabayı sahiplenmişti. Hani “Merso dediğin de dört teker, bir direksiyon değil mi gözüm?” diye çıkışan, ayağı yerden kesmenin araç sahibi olmak için yettiğine inananlardandı belki de.

Her neyse, ben böyle arabayı süzerken şoför usulca direksiyonu benden tarafa kırdı ve yavaşladı, yanıma gelince de tamamen durdu. Yan koltuğa eğilip cam kolunu çevirdi, çevirdi, çevirdi ve kirden görünmeyen o cam birbirimizi duyabileceğimiz kadar açıldığında, beklemeden lafa girdim:

“Selamun aleyküm, Bey Abi!”
“Ve aleyküm selam, delikanlı! Nereye böyle?”
“Güzeltepe tarafına Abi, sen ne yöne?”
“He, demek sen de Çeçeva’ya, öyle mi? Atla hele sen!”
“Hay yaşa!”


“Hayrola? Bizim oraların insanına da pek benzemiyon, delikanlı. Ne yapacan Çeçeva’da?”
“Öyle çıktık be Abi… Eskiden orada otururduk biz, babam öğretmendi.”
“Öğretmen mi? De bakalım hele babanın ismini sen bana. Ben yirmi yıl kaldım Çeçeva’da.”
“Naci, Naci Demirci. Muallim Naci derlerdi babama. 77 senesinde gelmiştik.”
“Naci… Naci… Naci… Bilemedim, kardeş. 77’de ben askerken kır saçlı, sert bakışlı bir öğretmen geldi dedilerdi ama…”
“Heh, işte o Naci benim babam!”
“Eee, sen o kadar zamandan sonra ne yapacan Çeçeva’da?”
“Öyle be Abi…”

Bordo Anadol’un sahibi kırklı yaşlarında, çiçek bozuğu suratlı, içten bir adamdı. Üzerinde kolları düzgünce kıvrılmış, buruşuk, mavi bir gömlek ve kahverengi kadifeden, bol bir pantolon vardı. Tıraşsızdı, hafif kırlaşmış bıyığı ve iki üç günlük bir sakalı vardı. Bu sakalı da hani şu filmlerde gördüğüm türden kalın, siyah çerçeveli bir gözlük tamamlıyordu. Gözlük burnunun ucunda duruyordu, arada dönüp bir şey soracağı zaman başını hafifçe yukarı kaldırıp, bana gözlüğünden bakmaya çalışıyordu. Sordum, tapu kadastroda memur olduğunu, fırsat bulduğunda da hafta sonları köyüne geldiğini söyledi. “Arada Hopa’ya da gidiyoruz tabi ama bu sefer durum başka, hayırlı bir iş kısmetse.”

“Hayırlı iş? Evlilik mi?”
“İnşallah… Bize nasip olmadı ama işte, yeğenimizin düğünü var bugün. Gerçi demin yağdı biraz ama bizim girişin oraya geçeriz, üstü kapalı nasılsa.”
“Hayırlı olsun Abi… Kız mı alıyorsunuz yoksa kız mı veriyorsunuz?”
“Veriyoruz kısmetse, ablamın kızını Muhtar Alaattin Amca’nın torununa veriyoruz. Gerçi bizim kız ufak ama oğlan tez elden görücü göndermiş. Trabzon’larda okumuş oğlan, boş değil yani. Mühendis çıkmış. İki ay önce karayollarına girdi dedilerdi. İçkisi, kumarı da yok. Eli yüzü de düzgün sayılır. E daha ne olsun, değil mi ya?”
“Hayırlı olsun Abi… Bir yastıkta kocasınlar inşallah…”
“Bizim kız da okumuş, mürekkep yalamış. Cam önünde dizini kırıp koca bekleyen ev kızlarından sanma sakın. Bu görücü işi çıkmasaydı üniversiteye de gönderecektik ama olmadı. Lise bitti bitmedi, eve gelip gidenler arttı. Dediler kız pek hamarat, pek güzel. Evlilik çağı da geldi. Münasipse bizim oğlana, yeğene, bilmem neyimizin oğluna alalım diye. Eniştemle ablam da baktılar bunların sonu yok, kızın gönlü hangisindeyse ona verelim dediler. Sonra bu muhtarın torunu görücü göndermiş, ablam da Merve’yle konuşmuş, kız bir şey demeden başını eğmiş, utanmış. Bizim buralarda kızlar “Evet” demez delikanlı, işte böyle, terbiyeyle başlarını eğerler. İşte istemeydi, filandı derken düğün günü geldi hayırlısıyla. Biz de yollara düştük. Eee, söyle bakalım, sende durum nedir delikanlı? Var mı böyle şeyler sende de? Delikanlı? Delikanlı!”

Merve…

Demek evlenecek yaşa da geldin, prenses… O ağacın altında dertsiz, tasasız, hayatın binbir rengiyle dolu minik kızın kalbini tatlı mutluluklarla doldurmak isteyen talipler var demek… Aşktan devşirilmiş binbir sevgi paresiyle atan o müstesna kalp, demek sevdiklerini güzel yarınlara gark edecekmiş… Müptezel bir ömür, onun dokunuşuyla refaha erecekmiş…

Mektuplaşırdık ara sıra… Güzel şeyler yazardı, güzel ama kısa şeyler. “İyiyim, sağlığım yerinde. Babam şehirdeki okula yazdıracakmış beni, amcamlarda kalacakmışım. Babam ‘öğretmen çıksın kızım’ diyor, başka da bir şey demiyor, annemse ‘hemşire olsun’ derdinde… Ne yapmalı, bilmem ki Safa…” Bu mektuplardan haftada bir kez ulaşırdı elime, bazen üç günde bir geldiği de olurdu. Öyle tatlı, öyle munis bir heyecandı ki bu… Hemen, daha o akşam kağıt kaleme sarılır, kırk beş kağıdı boşa harcadıktan sonra, en nihayetinde kırk altıncısında anlatmak istediklerimi anlatmış olur ve gün ışır ışımaz postaneye koşarak cevabımı gönderirdim. Sonra mektuplar iki haftada bir gelir oldu, sonra ayda bir, “Herhalde dersleri yoğun, yoksa kesin daha erken gönderirdi” diye kendimi teskin ettim bir süre. Sonra… Sonra hiç gelmez oldu o mektuplar… “Unuttu herhalde” dedim. “Herhalde gönlünü çelen biri oldu…” Demin yazdığım o mektup, bana gönderdiği son mektuptu. Bir daha kendisinden haber alamadım…


“Delikanlı?”
“… Evet Abi?”
“Delikanlı iyice misin? Bak şu derede yüzünü bir yıkayalım istersen.”
“Yok Abi, iyiyim ben, iyiyim. Ne zaman varacağız?”
“Az kaldı, birazdan sapağa varırız. Sen de hele, neden böyle dalıp gittin?”
“Bilmem… Yorgunum, ondandır zahir.”

Anadol, taşlı çakıllı yolda sendeleye sendeleye yol alıyordu. Kayganlaşan ve yağmurun kuru toprağı çamura çevirdiği yol sapağa yaklaştıkça yumuşak bir kavis alıyor, araba döndükçe dikiz aynasına asılı mavi yeşil tespih bir oraya, bir buraya sallanıyordu. Çıkan hafif rüzgar, arabanın muhtelif yerlerindeki delik ve dökükler yüzünden içeri doluyor, beni üşütüyordu. Arada bana baktığını hissediyordum, sus pus oturduğumuzda çaktırmadan bana bakıyor, herhalde kir pas içindeki kıyafetlerime bakıyordu. Hissediyordum, için için sormak istiyordu aslında; ne iş yaptığımı, neden böyle pejmürde bir kılıkta olduğumu merak ediyordu. Çok dayanamadı zaten, ağzından üzeri kapalı, sorgular cümleler döküldü.

“Sen ne iş yapıyorsun, delikanlı? Öğrenciye filan benzediğin de yok, saçın sakalın almış gitmiş.”
“Şey… gezginim ben… Geziyorum… Öyle yani.”
“Ne güzel… Özendim valla… Bizim köyde biri daha vardı böyle, kız başına dağ bayır demeden gezip dururdu. Babası öğretmen olsun isterdi ama olamadı. Şehre okumaya gönderdiler, geri geldi. Evlendirelim dediler, istemedi. Çok taliplisi çıktı ama hiçbirini kabul etmedi. Öylece kapının önünde bekledi, durdu. Birini bekliyor dediler, beklediği gelince onunla evlenecekmiş dediler, öyle öyle yıllar geçti... Sonra duyduk ki o da senin gibi diyar diyar geziyormuş. Tosya’dan mektup yollamış bir keresinde, sonra Sivrihisar’dan, sonra Bilecik’ten... Şimdi nerede bilinmez...”
“Adı neymiş Abi bu kızın, tanıdıktır belki”
“Mustafa Amca’nın torunu, Merve...”

O an yüzümde oluşan tebessümü anlatmama gerek yok herhalde... Evlenen kızın değil de yaşamını beni bulmaya hasreden o vefakar kızın aradığım Merve olması o kadar güzel bir şeydi ki... Dört başı mamur bir kader yazılmıştı bize. Ben “Başkasını sevmiş” diye kederimden kendimi yollara vurmuştum, O da “Artık beni sevmiyor” diye düşünüp yollara düşmüştü. Sonunda birbirimizi bulma ümidiyle dağlar, yollar aşmış; envai çeşit hayata müdahil olmuş, bir daha görmeyeceğimize kani olduğumuz düzlüklerde “sıla” bellediğimiz o noktaya, “kızıl elmamıza” doğru sabırlı ve umutlu adımlar atmıştık... Safa ile Merve’ydik biz. Hiç ayrılmayacak ama hiç de kavuşamayacak iki aşık, tek bir aşktık...

“Abi kenarda dur! N’olursun!”
“E, Çeçeva?”
“Sıla Çeçeva değil artık Abi, sıla yollar... Vuslat yolun sonunda, yol kenarında değil... Haydi selametle!”

Vuslat sonsuz bir yolun sonundaydı... Yürüyecektim, ayaklarım kanayana kadar yürüyecektim. O ise ellerini uzatmış, yolun sonunda beni bekliyor olacaktı...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder