21 Kasım, 95'
Ben bunları düşünüp, kendimce işe yarar cevaplar ararken uzaklardan
eski püskü, gaz tenekesini andıran, bordo bir Anadol’un geldiğini gördüm.
Arabada amortisör namına pek bir şey olmadığındandır herhalde, engebeli yolda
hoplaya zıplaya, ağır ağır geliyordu. Hani at gitmek istemez ama sahibinin
kırbaç darbelerinden yılıp istemeye istemeye koşar ya, aynı şekilde şoför de
arabayı zorluyor gibiydi. O arabanın da canı olsa kesin böyle söylerdi kanımca.
Araba biraz yaklaşınca oturduğum yerden doğruldum ve beni görsün diye
elimi kolumu sallamaya başladım. Güzeltepe tarafına çıkıyorsa beni de alırdı,
yarenlik ederdik. Benim kafamdan bunlar geçerken, mevzubahis araba inceleyebileceğim
kadar yaklaştı ve bana aklıma gelen şeylerin ne kadar doğru olduğunu gösterdi.
Araba dökülüyordu, büyük ihtimal hurdalıktı. Kapıları, tamponu, kaportası çamur
içindeydi. Daha önce bu tür taşlı topraklı yolları yıllar boyunca arşınladığı
anlaşılıyordu. İhtimal bu arabanın bilmem kaçıncı sahibi olan şoför şehir şehir
gezen bir mümessil yahut çok konuşan, bekar bir sigortacı veyahut güç bela
denkleştirdiği üç kuruşuyla ayağını yerden kesmeye teşne, kendi halinde bir
beyefendicikti. Belki de bu Anadol’un sahibi kıymet bilir bir adamdı, belki ona
babasından kalmıştı da zavallıyı ıskartaya çıkarmaya gönlü vefa etmemiş, “böyle
zorlu yolculuklarda tırıs tırıs giderim, biznillah varacağım yere varırım” diyerekten
arabayı sahiplenmişti. Hani “Merso dediğin de dört teker, bir direksiyon değil
mi gözüm?” diye çıkışan, ayağı yerden kesmenin araç sahibi olmak için yettiğine
inananlardandı belki de.
Her neyse, ben böyle arabayı süzerken şoför usulca direksiyonu benden
tarafa kırdı ve yavaşladı, yanıma gelince de tamamen durdu. Yan koltuğa eğilip
cam kolunu çevirdi, çevirdi, çevirdi ve kirden görünmeyen o cam birbirimizi
duyabileceğimiz kadar açıldığında, beklemeden lafa girdim:
“Selamun aleyküm, Bey Abi!”
“Ve aleyküm selam, delikanlı! Nereye böyle?”
“Güzeltepe tarafına Abi, sen ne yöne?”
“He, demek sen de Çeçeva’ya, öyle mi? Atla hele sen!”
“Hay yaşa!”
…
“Hayrola? Bizim oraların insanına da pek benzemiyon, delikanlı. Ne
yapacan Çeçeva’da?”
“Öyle çıktık be Abi… Eskiden orada otururduk biz, babam öğretmendi.”
“Öğretmen mi? De bakalım hele babanın ismini sen bana. Ben yirmi yıl
kaldım Çeçeva’da.”
“Naci, Naci Demirci. Muallim Naci derlerdi babama. 77 senesinde
gelmiştik.”
“Naci… Naci… Naci… Bilemedim, kardeş. 77’de ben askerken kır saçlı,
sert bakışlı bir öğretmen geldi dedilerdi ama…”
“Heh, işte o Naci benim babam!”
“Eee, sen o kadar zamandan sonra ne yapacan Çeçeva’da?”
“Öyle be Abi…”
Bordo Anadol’un sahibi kırklı yaşlarında, çiçek bozuğu suratlı, içten
bir adamdı. Üzerinde kolları düzgünce kıvrılmış, buruşuk, mavi bir gömlek ve
kahverengi kadifeden, bol bir pantolon vardı. Tıraşsızdı, hafif kırlaşmış
bıyığı ve iki üç günlük bir sakalı vardı. Bu sakalı da hani şu filmlerde
gördüğüm türden kalın, siyah çerçeveli bir gözlük tamamlıyordu. Gözlük burnunun
ucunda duruyordu, arada dönüp bir şey soracağı zaman başını hafifçe yukarı
kaldırıp, bana gözlüğünden bakmaya çalışıyordu. Sordum, tapu kadastroda memur
olduğunu, fırsat bulduğunda da hafta sonları köyüne geldiğini söyledi. “Arada
Hopa’ya da gidiyoruz tabi ama bu sefer durum başka, hayırlı bir iş kısmetse.”
“Hayırlı iş? Evlilik mi?”
“İnşallah… Bize nasip olmadı ama işte, yeğenimizin düğünü var bugün.
Gerçi demin yağdı biraz ama bizim girişin oraya geçeriz, üstü kapalı nasılsa.”
“Hayırlı olsun Abi… Kız mı alıyorsunuz yoksa kız mı veriyorsunuz?”
“Veriyoruz kısmetse, ablamın kızını Muhtar Alaattin Amca’nın torununa
veriyoruz. Gerçi bizim kız ufak ama oğlan tez elden görücü göndermiş.
Trabzon’larda okumuş oğlan, boş değil yani. Mühendis çıkmış. İki ay önce
karayollarına girdi dedilerdi. İçkisi, kumarı da yok. Eli yüzü de düzgün
sayılır. E daha ne olsun, değil mi ya?”
“Hayırlı olsun Abi… Bir yastıkta kocasınlar inşallah…”
“Bizim kız da okumuş, mürekkep yalamış. Cam önünde dizini kırıp koca
bekleyen ev kızlarından sanma sakın. Bu görücü işi çıkmasaydı üniversiteye de
gönderecektik ama olmadı. Lise bitti bitmedi, eve gelip gidenler arttı. Dediler
kız pek hamarat, pek güzel. Evlilik çağı da geldi. Münasipse bizim oğlana,
yeğene, bilmem neyimizin oğluna alalım diye. Eniştemle ablam da baktılar
bunların sonu yok, kızın gönlü hangisindeyse ona verelim dediler. Sonra bu
muhtarın torunu görücü göndermiş, ablam da Merve’yle konuşmuş, kız bir şey
demeden başını eğmiş, utanmış. Bizim buralarda kızlar “Evet” demez delikanlı,
işte böyle, terbiyeyle başlarını eğerler. İşte istemeydi, filandı derken düğün
günü geldi hayırlısıyla. Biz de yollara düştük. Eee, söyle bakalım, sende durum
nedir delikanlı? Var mı böyle şeyler sende de? Delikanlı? Delikanlı!”
Merve…
Demek evlenecek yaşa da geldin, prenses… O ağacın altında dertsiz,
tasasız, hayatın binbir rengiyle dolu minik kızın kalbini tatlı mutluluklarla
doldurmak isteyen talipler var demek… Aşktan devşirilmiş binbir sevgi paresiyle
atan o müstesna kalp, demek sevdiklerini güzel yarınlara gark edecekmiş… Müptezel
bir ömür, onun dokunuşuyla refaha erecekmiş…
Mektuplaşırdık ara sıra… Güzel şeyler yazardı, güzel ama kısa şeyler.
“İyiyim, sağlığım yerinde. Babam şehirdeki okula yazdıracakmış beni, amcamlarda
kalacakmışım. Babam ‘öğretmen çıksın kızım’ diyor, başka da bir şey demiyor,
annemse ‘hemşire olsun’ derdinde… Ne yapmalı, bilmem ki Safa…” Bu mektuplardan
haftada bir kez ulaşırdı elime, bazen üç günde bir geldiği de olurdu. Öyle
tatlı, öyle munis bir heyecandı ki bu… Hemen, daha o akşam kağıt kaleme sarılır,
kırk beş kağıdı boşa harcadıktan sonra, en nihayetinde kırk altıncısında
anlatmak istediklerimi anlatmış olur ve gün ışır ışımaz postaneye koşarak
cevabımı gönderirdim. Sonra mektuplar iki haftada bir gelir oldu, sonra ayda bir,
“Herhalde dersleri yoğun, yoksa kesin daha erken gönderirdi” diye kendimi
teskin ettim bir süre. Sonra… Sonra hiç gelmez oldu o mektuplar… “Unuttu
herhalde” dedim. “Herhalde gönlünü çelen biri oldu…” Demin yazdığım o mektup,
bana gönderdiği son mektuptu. Bir daha kendisinden haber alamadım…
…
“Delikanlı?”
“… Evet Abi?”
“Delikanlı iyice misin? Bak şu derede yüzünü bir yıkayalım istersen.”
“Yok Abi, iyiyim ben, iyiyim. Ne zaman varacağız?”
“Az kaldı, birazdan sapağa varırız. Sen de hele, neden böyle dalıp
gittin?”
“Bilmem… Yorgunum, ondandır zahir.”
Anadol, taşlı çakıllı yolda sendeleye sendeleye yol alıyordu.
Kayganlaşan ve yağmurun kuru toprağı çamura çevirdiği yol sapağa yaklaştıkça
yumuşak bir kavis alıyor, araba döndükçe dikiz aynasına asılı mavi yeşil tespih
bir oraya, bir buraya sallanıyordu. Çıkan hafif rüzgar, arabanın muhtelif
yerlerindeki delik ve dökükler yüzünden içeri doluyor, beni üşütüyordu. Arada
bana baktığını hissediyordum, sus pus oturduğumuzda çaktırmadan bana bakıyor,
herhalde kir pas içindeki kıyafetlerime bakıyordu. Hissediyordum, için için
sormak istiyordu aslında; ne iş yaptığımı, neden böyle pejmürde bir kılıkta
olduğumu merak ediyordu. Çok dayanamadı zaten, ağzından üzeri kapalı, sorgular
cümleler döküldü.
“Sen ne iş yapıyorsun, delikanlı? Öğrenciye filan benzediğin de yok,
saçın sakalın almış gitmiş.”
“Şey… gezginim ben… Geziyorum… Öyle yani.”
“Ne güzel… Özendim valla… Bizim köyde biri daha vardı böyle, kız
başına dağ bayır demeden gezip dururdu. Babası öğretmen olsun isterdi ama
olamadı. Şehre okumaya gönderdiler, geri geldi. Evlendirelim dediler, istemedi.
Çok taliplisi çıktı ama hiçbirini kabul etmedi. Öylece
kapının önünde bekledi, durdu. Birini bekliyor dediler, beklediği gelince
onunla evlenecekmiş dediler, öyle öyle yıllar geçti... Sonra duyduk ki o da
senin gibi diyar diyar geziyormuş. Tosya’dan mektup yollamış bir keresinde,
sonra Sivrihisar’dan, sonra Bilecik’ten... Şimdi nerede bilinmez...”
“Adı neymiş Abi bu kızın, tanıdıktır belki”
“Mustafa Amca’nın torunu, Merve...”
O an yüzümde oluşan tebessümü anlatmama gerek yok herhalde... Evlenen
kızın değil de yaşamını beni bulmaya hasreden o vefakar kızın aradığım Merve olması
o kadar güzel bir şeydi ki... Dört başı mamur bir kader yazılmıştı bize. Ben “Başkasını
sevmiş” diye kederimden kendimi yollara vurmuştum, O da “Artık beni sevmiyor”
diye düşünüp yollara düşmüştü. Sonunda birbirimizi bulma ümidiyle dağlar,
yollar aşmış; envai çeşit hayata müdahil olmuş, bir daha görmeyeceğimize kani
olduğumuz düzlüklerde “sıla” bellediğimiz o noktaya, “kızıl elmamıza” doğru
sabırlı ve umutlu adımlar atmıştık... Safa ile Merve’ydik biz. Hiç ayrılmayacak
ama hiç de kavuşamayacak iki aşık, tek bir aşktık...
“Abi kenarda dur! N’olursun!”
“E, Çeçeva?”
“Sıla Çeçeva değil artık Abi, sıla yollar... Vuslat yolun sonunda, yol
kenarında değil... Haydi selametle!”
Vuslat sonsuz bir yolun sonundaydı... Yürüyecektim, ayaklarım kanayana
kadar yürüyecektim. O ise ellerini uzatmış, yolun sonunda beni bekliyor
olacaktı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder