26 Kasım, 95'
Yol uzun…
Önümde ufka doğru uzanan bu kavisli patikada aldığım her nefes,
verdiğim her çaba aslında tek bir amaca erişmek için… Merve elbette. Şu hayatta
gizeme sahip her bir detay sanki onun varlığını perçinlemek için Yaradan
tarafından bilerek müphem bırakılmış gibi… Eşsiz nur parelerinden vücut bulmuş,
sıradan olmayan bir ruh ve ben, bu ruhun peşindeki mecnun, yahut meczup, her
neysem işte… Attığım her adımda içimde yeni bir sürgün veren, sevgiye teşne bir
mutluluk yudumu gibi… Öyle bir kaplıyor ki dört yanımı, bazen olduğum yerde apansız
kalıyor ve istemsizce kafamı kaldırıp bulutları seyrediyorum. “Bazen” diyorum,
“Ya yolun sonunda O yoksa?” Bu soruyu cevaplamaya gücüm yok, keza isteğim de.
Çünkü elindeki peynir parçasını tereddütsüz ikiye bölüp, büyük parçayı bana
uzatan kanaatkar çobanın parlayan gözlerinde; küçücük mutfağından getirdiği
çinko tası ağzına kadar taze yoğurtla doldurup bana uzatan yaşlı ninenin tatlı gülümseyişinde;
ayağında potin, çarık hiçbir şey olmadan, sırf okumak için dağ bayır aşan uçuk
mavi önlüklü, yanık tenli çocukların mini mini adımlarında hep aynı şeyi
görüyorum… Umut… Seher vaktinde gelip, tarlaya serili yoncaları öğle sıcağı
bastırmadan toplayabilmek için dur durak bilmeden çalışan çiftçinin alın teri;
toza una bulanıp, üç gün kaşınmasına rağmen işini gülümseyerek, ihlasla yapan
değirmencinin şen yüzü ve Merve’nin gözlerimde uçuşan eşsiz silueti yalan
söylüyor olamaz, öyle değil mi?
Yol nihayetsiz…
Sonsuz kıvrımlarla dağlara doğru gidiyor yol… Griden sarıya dek
değişen, taşlı ve tozlu bir gökkuşağı gibi… Çocukken Avrupalardan, Frenk
diyarından hediye gelen resimli ansiklopedilerin birinde gördüğüm o debdebeli
gökkuşağını andırıyor sanki. Dünyanın beline takılmış düz, deliksiz ve
nihayetsiz bir kemer gibi hayal ederdim onu… Dünya da fikrimce tombul yanaklı,
koca göbekli, sevimli bir ihtiyarcıktı. Hiç unutmam, Nadir Amcam anlatırdı;
eskiden gökkuşaklarının bittiği yerlerde tıpkı dünya gibi koca göbekli, saçı
sakalına karışmış, yemyeşil kıyafetli cüceler olurmuş, Leprikon derlermiş
bunlara. Bu minik adamların küfe küfe, sandık sandık altını varmış ve gökkuşağı
kaybolmadan sonuna yetişebilenler bu altınların sahibi olurmuş. Çocukken böyle
şeyler dinleyince heyecanlanırdım, öyle bir heyecandı ki bu, ne zaman gök
grileşip yere üç beş yağmur damlası düşse “Gökkuşağı çıksın, n’olur Allahım!”
diye dua eder, gökkuşağı şöyle böyle çıkınca da üstüme başıma bakmadan koyu
sarı buğday tarlaları boyunca yüzüm kızarana dek koşardım. Gökkuşağının sonu
hiç gelmezdi sanki, ucu bucağı yok gibi görünürdü ama ben yine de koşardım…
Umut işte… Altın bulma umudu değil de, sonsuzluğun sonuna erişme umudu belki de…
Sonsuz ışığa, sonsuz sevgiye, sonsuz mutluluğa erişme umudu… Bu umudun peşinde
küçücük bir kalple, çocuksu bir heyecanla, yorulmak nedir bilmeden atılan bu
adımlar yalan söylüyor olamaz, öyle değil mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder