21 Kasım,
95’
Bazen, tıpkı şimdi olduğu gibi, bildiğim her
şeyi bir kenara koyar ve düşünmeye çalışırım. Doğduğum günden bu yana, bu
yabanıl hayatın bağrında, modern insan safsatasının uğruna başka insanlar
olmayı dahi göze aldığı bunca şeye neden tamah edemediğimi; neden böyle
umarsız, özgür tabiatlı olduğumu, alnıma düşen kırışık saçlarım, hırpani
giysilerim, kısaca pejmürde kılığımla oradan oraya neden sürüklendiğimi sorarım
kendime. Kimi zaman ciddi ciddi düşünesim gelir bunları, ağaç diplerinden
topladığım ot çöple yaktığım ateşin başında, ucuna binbir zahmetle, beni
doyurmayacağı gayet aşikar bir balık taktığım o ince ağaç dalını tutarken,
birden gözümü dolunaya çevirir ve uzun bir süre bunları düşünürüm. Elektrik?
İşte gündüz vakti tepemde bekleyip, nereye gidersem gelen bir Güneş’im var,
orada, uzaklarda. Her gün, sadece göz çukurlarımı bırakıp, yüzümün geri kalan
her yerini yakıcı bir kırmızılıkla kaplıyor, günün neredeyse yarısında da
benimle. “E diğer yarısı?” diye sorarsınız şimdi siz, günün geri kalanında da
Ay yardımcı oluyor bana. Yalnızlığıma yoldaş, e bakarsanız onca şarkıya da
ilham olmuş bir ışık aynası neticede. Gördüğünüz gibi günümün tamamı ışıklı,
aydınlık. Peki ya siz? Geçen yıl, Mecidiyeköy’ün göbeğinde, dokuz saat boyunca
elektriksiz oturmuş aileler bilirim. Sözde medeniyetin göbeğinde yaşarlar ama
elektrik olmayınca annesini kaybetmiş ördekler gibi çaresiz kalırlar, ne vahim!
Bitmedi daha, sıcak duş diyecek olursan,
memleketimin bütün kaplıcaları benim. Saç kurutma makinası dersen, yakıp kül
eden, sam yeli misali esip, estikçe kurutan yaz rüzgarlarım var. Taşıt desen
ayaklarım, ayakların yorulursa da kimi zaman memleketimin uçsuz bucaksız
yollarında aheste aheste ilerleyen yük kamyonlarının kasaları var. Onlar da
olmazsa iyi huylu, dervişane kalenderliğiyle hayatını sürdüren çoban kardeşin
boz eşeği, o da olmazsa tarlasından yorgun argın gelen köylü amcamın saman
kırıntılarıyla kaplı römorku var. Yatacak olsam bütün çayırlar benim, acıksam
bütün meyveler benim. Susadım desem ırmaklar, yoruldum desem ağaç altları
benim. Peki sen, modern insan bozuntusu; senin yaşamak için neyin var? Ben
söyleyeyim, bir kuru canın var, o da hayallerinle sana dayatılanlar arasına
sıkışmış, öylece zaman öldürüyor!
...
Gezmek, yolları aşmak, hiç geriye bakmamak...
Geri dönebileceğin bir sıla dahi yokken, böyle yola revan olmak kimin haddine
düşmüş ki zavallı Safa’nın kaderi olsun? Hayatında kalıcı diyebileceğin hiçbir
şeyin olmaması; kimi zaman, özellikle de soğuk bir coğrafyada, ateşsiz kalıp
tir tir titrerken hayal edebileceğin, sıcak bir yuvaya sahip olmamak nasıl
anlatılabilir? Şöyle bir bakınca, “Babam yüzünden” diyesim geliyor, evet “Babam
yüzünden!” Şimdinin idealizmini o zamanlar bayrak gibi elinde sallayan babam,
Muallim Naci Bey, kendi deyimiyle “Maarif Vekaleti’nin önde gelen neferlerinden
biri olarak, terakki uğruna” o diyar senin, bu diyar benim gezmiş, zavallı
anneciğim Nevriye Hanım’ı ve beni peşinde dolaştırmıştı. Öylece yıllar, yıllar
geçmişti...
Babam, Mudanya eşrafından Demircizade Hacı
Hüsrev Efendi’nin dört çocuğundan en küçüğü olarak, kendi tabiriyle
“Teşrinisani ayının ilk günlerinde, sabaha karşı” doğmuş. Hacı Hüsrev Bey’in,
babamın doğduğu gün koca koca kazanlarla tüm kasabaya yemek dağıttığı söylenir.
Üç kızdan sonra gelen erkek evlat kıymete binmiş haliyle, kasıla kasıla gülerek
“büyüyecek, adam olacak da devlet kapılarında iş tutacak” diye yeni doğan
oğluyla övünmüş, durmuş. Oğlan büyüyene kadar ne istediyse yapmış, hiçbir
masraftan kaçınmamış. Diğer üç kızını tek göz odada yatırmış da biricik oğluna
ceviz ağacından beşik, dolaplar, oyuncaklar yaptırmış, onun mutluluğu için
dünya para sarf etmiş. Pervane olmuş oğlunun etrafında. Hayal ettiği evladı
yetiştirmek için didinmiş, durmuş.
Böyle böyle zaman geçmiş, Naci büyümüş ve
meraklı mı meraklı bir çocuk olmuş ve –yaşıtlarının aksine- kitaplara
meyletmiş. Kitaptı, mecmuaydı, artık eline ne geçerse elinde evirip çeviriyor,
sağına soluna bakıyor, okumaya çalışıyormuş. Şehre giden eş dosttan resimli
kitaplar istiyor, bu istedikleri gelince de gün boyu başlarından ayrılmıyormuş.
“Küçüğün istidadı var” demişler. “Herhalde okuyup büyük adam olacak.” Gel zaman
git zaman, yaş yirmilere gelince şehirdeki liseden mezun olup memleketine
dönmüş, “El öpmeye geldim” diyip eşikten içeri girmiş. Kasabanın ileri
gelenleri hoşgeldin etmişler, “hayırlı olsun”lar dilenmiş, “Eh artık Naci
oğlumuz devlete kapılansın, katip olsun. Pek yerinde olur” minvalinde öğütler
dile gelmeye başlamış. “Olmaz” demiş babam, “Ben muallim olup devlete hayırlı
hasenatlı insanlar yetiştirmek isterim.” Ne desen boş, inatçı mı inatçı.
Dediğinden de dönmüyor hergele... Dört aya kalmadan Merzifon’a bağlı, küçük bir
köy okulunda muallimliğe başlamış. Başlamış başlamasına da rahat durur mı
bizimki! Basmış gene birilerinin kuyruğuna, yalandı riyaydı bilmez ya, kendini
de ezdirmeye yanaşmamış. Önce “Sen şu işten hele biraz uzak duruver Muallim
Bey” demişler, ne münasebet! Sonra “Muallim Bey, karışma bize” olmuş o. Yöre
halkının, tüyü bitmemiş sabi sübyanın hakkıyla hukukuyla oynatmamış Naci Bey. Tehdit
de para etmeyince rica minnet, vilayetteki “Maarif Müdürü’ne” çıkılmış, ağızlar
bükülmüş. Ona buna biraz para yedirilmiş, böylece Muallim Naci Bey’e de yol
görünmüş. Aşağı yukarı her nahiyede, her kasabada bu böyle olmuş. Kasabanın
ileri gelenleriyle sürtüşmüş, yeri gelmiş tartışmış. Gözüpekmiş ama bildiğinden
şaşmaz mizacı yüzünden onunla anlaşmak da zormuş. Zaten bu yüzden gezmediğimiz
yer kalmadı şu koca Anadolu’da... Sürüklenmiş, sonra evlenmiş, sonra da ben...
Hayatı hep mücadeleyle, hep inatla, özveriyle geçmiş. Bu özverili hayattaki
biricik yoldaşı, anneciğim vefat ettikten sonra da kabuğuna çekilmiş,
Mudanya’sına dönmüş... Öldüğü günden beri görmedim onu, toprağı bol olsun.
O gün işte bunları düşünerek yemyeşil bir dağ
yamacında, envai çeşit yabani otun arasında
ilerliyordum. Bir elimde Karaburun’da rastladığım bir çobandan aldığım
altı yanık bir mısır bazlaması, diğer elimde de Terme-Çarşamba yolunu aşmak
için bindiğim kamyonetin kasasında bulduğum, meşe ağacından yontulmuş, güzelce
bir asa vardı. Bayır aşağı inmek lazımdı, zira bir saat kadar önce rastladığım
bir ormancıdan yukarı taraflarda yol olmadığını, yamaçtan toprak yola inmem
gerektiğini öğrenmiştim. Herhalde oradan at arabası dahi olsa, mutlaka bir
taşıt geçerdi. O cihetle temkinli bir şekilde, acele etmeden inmeye başlamıştım
lakin hesap edemediğim, on dakikalık bir mevsim yağmuru toprağı cıvıklaştırmış,
inişimi güçleştirmişti.
Ne kadar sürdü bilmem ama nihayet çakıllı bir
keçi yolunu andıran bu toprak yola indim. Yolun öte tarafında sakin bir dere
akıyordu. Beklemeden karşı tarafa geçtim ve çamura bulanan paçalarımı güzelce
temizledim. Planım buradan geçecek bir araçla Güzeltepe’ye gitmek, biraz maziyi
yad etmekti. Aslında gittiğim yerlere bir daha gitmek adetim değildir, çünkü
yıllar yılı içinizde bir yerlerde unuttuğunuz o aidiyet duygusunu alevlendirir.
Enikonu kalmak istersiniz, kalmak ve kök salmak... Avarelikten kurtulup
diğerlerinin arasına karışmak, yok olmak... Ama bu başka, bambaşka bir şeydi.
Aidiyet değil de vefa borcu gibi bir şeydi.
Madem defterimizin bu yapraklarını düşünmeye
ayırmıştık, o zaman bu konuya da bir çözüm bulmamız lazımdı. Beni bu çakıllı,
eğimli keçi yoluna sokan; Kızılbayır’dan ta buralara kadar getiren neydi?
Gidilecek onca köy ve kasaba varken neden Güzeltepe’ye gelmiştim? Bunun cevabı
da mazide gizliydi, ey güzel defterim! Mazimin en derinlerinde gizliydi!
77 yılının yaz mevsimiydi, yedi yaşında
filandım işte. Gazyağı kokan, köhne bir arabanın içinde henüz bilmediğim bir
yere doğru gidiyorduk. Araba çakıllı toprak yolda sarsıla sarsıla ilerliyordu,
her sarsıntıda yağmur yemiş, lekeli camlar alabildiğine titriyordu. Virajlarda
hafif eğiliyor, kabağa kaçmış tekerleklerden bir iki çakıl parçası çamurluğa
çarpıyor, yol düzelince de aynı sarsıntı nihayetsiz devam ediyordu. Annem
telaşlıydı, “Acaba bu sefer nasıl bir yere düştük? Sen yüzümüze gül Yarabbi!”
diye söyleniyordu. Babamsa şoför mahalinin yanına oturmuş, elindeki kehribar
tesbihi şakırdatıp duruyordu. Sinirliyken veyahut endişeliyken yapardı bunu. O
tesbihi parmaklarının arasında şakırdatıp durur, yorulunca öbür eline alır,
oynamaya devam ederdi. Annemin söylenmelerini duyup arada kafasını çevirip
baktı, o bakışı annem de ben de iyi tanırdık.
İşte yine düşmüştük yollara, zira babam
Hopa’daki görevinden de azledilmişti. Nahiyedeki muhtar şişine şişine
yolculamıştı bizi, eee neticede kendisine ayak bağı olan birinden kurtulmuştu.
Otomobilin arka camından bu pek az sevdiğim nahiyeye veda ederken onun o
tıraşsız yüzünü, yağlı kasketini görmüştüm. Gevrek gevrek gülüyordu biz
giderken.
Bir süre sonra, dar bir sapaktan sağa döndük
ve sağ solu çaylıklarla kaplı, eğimli ve ensiz bir yolda ilerlemeye başladık.
Çok geçmeden de aşı boyalı, tek katlı, doğramaları eskimiş, neredeyse bakımsız
denecek, eski bir yapının önüne geldik ve yavaşladık. Kerpiç gibi bir şeydi bu
yapı, demir filan kullanıldığı yoktu. Önünde avluya benzeyen küçük bir alan ve gelişigüzel
konmuş, biraz da yıpranmış üç beş masa vardı. Araba durunca sakalı bıyığına
karışmış, sofu bir amcanın bizi kapıda beklediğini gördüm. Sade görünüşlü bir
adamdı. Üzerinde kahverengi tonlarında, eski bir oduncu gömleği vardı, üzerine
de enine çizgili, düğmesiz, gri bir hırka geçirmişti. Bizi görünce hemen
kafasındaki kasketi çıkardı ve “Hoşgelmişsiniz” dedi. İçeri buyur etti.
Yürümeye başlayınca sağ ayağının hafif aksadığını gördüm. Zorluk çekiyor
olmalydı.
Çok oturmadık orada. Zaten babam bu tür
hususlarda pek fazla konuşmazdı. Önce köydeki eğitim olanaklarından
bahsedilirdi, ihtimal köyde okul niyetine kümesten bozma, bakımsız bir yapı
olurdu. Babam da onu adam edinceye kadar idareten bir yerlerde dersini yapardı.
Burada da mesele buydu anlaşılan, zira Muhtar olduğunu öğrendiğim bu adam süklüm
püklüm oturuyor, utanıp sıkılıyordu. “El birliğiyle hallederiz Muallim Bey, sen
canını sıkma” minvalinden laflarla biten okul bahsinden sonra, Muhtar ne kadar
yemek yedirmek için ısrar ettiyse de babam kabul etmedi. “Hele şu okulu bir
görelim de, ondan sonra” diye geçiştirdi. Sonra da kalkıp yola koyulduk.
Çok geçmedi, metruk bir yapının önünde
durduk. “Okul budur, Muallim Bey” dedi Muhtar. Karşımızda duran yapı barakadan
halliceydi, ihtimal kerpiçtendi. Çoktandır girilmediği, girmeyi bırakın, bakım
onarım görmediği belli oluyordu. Dış cephede boya neredeyse yok gibi bir şeydi.
Camların çoğu kırıktı, sağlam olan bir kaç tanesi de kire, pasa bulanmıştı.
Pencereler deseniz, bunlara pencere demeye bin şahit isterdi Bakımsızlıktan ve
yağmur çamurdan ötürü yer yer çatlamış ve biçimsizleşmişti. Kapıyı biraz
kanırtıp içeri girince durum daha da vahimleşti. Yapının içi karanlık ve tozluydu, burası sağa ve sola açılan iki koridordan mürekkep, basık, tek katlı bir harabeydi.
Duvarların sıvası döküleli baya olmuştu herhalde. İçerinin havası da epey
rutubetliydi. Yerde kırık şişe parçaları, buruş buruş edilmiş gazete kağıtları,
yenip atılmış çerez kabukları ve sayısız sigara izmariti göze çarpıyordu.
İhtimal köyün gençleri burada pervasızca içki içiyor, sigaralarını tüttürüyor
ve keyif çatıyorlardı. Annem elimden tutup beni dışarı çıkardı. O arada kırık
camların birinden babamı gördüm, iki elini beline koymuş, “İşimiz var Muhtar”
diyordu, “Burada epey işimiz var!”
Muhtarın yerine döndükten sonra canım biraz
yürümek istedi, annem başlarda istemedi ama inat edince ve Muhtar da “Merak
etmeyin, Yenge Hanım, buralarda hiçbir şeycik olmaz. Salın gitsin” diyince istemeye
istemeye razı oldu, “Çok geç kalma ama, tamam mı yavrucuğum?” dedi, gülerek
başımı salladım. Ellerim cebimde, sol tarafımdaki çaylıklara uzanan o dar yola
doğru seğirttim. Bu kısa yürüyüş bana uzun yıllar unutamayacağım, güzel bir
hatıra hediye edecekti. Öyle bir hatıraydı ki bu, biz giderken bana uzattığı o
kırmızı yazma hiçbir zaman yanımdan ayrılmayacaktı.
Yerler hafif çamurdu ama aldırmıyordum.
Buralar öyle güzeldi ki... O yaşımda dahi doğanın koynundan ayrılmadığımı,
bundan mutlu olduğumu, bu mutluluğun ilelebet sürmesini dilediğimi
hatırlıyorum. Şu uçsuz bucaksız çaylıklar, rengarenk kelebekler, üzerinde çiğ
tanesi biriken otlar ve temiz hava... Yaşamak buydu işte.
Dar toprak yolda kendimce öyle ilerlerken,
yol kenarında dallarında rengarenk kuşların ötüştüğü, herhalde sedir olacak,
büyücek bir sedir ağacının dibinde gördüm onu. Minicikti. Beş yaşında ya vardı,
ya yoktu. Kestane rengi saçları güzelce örülmüş, omzunun iki yanından dökülüyordu.
Yüzü tertemiz, kıpkırmızı ve sağlıklıydı, tombul yanakları vardı, öyle de güzel
gülüyordu ki... Üzerinde kırmızılı mavili, minik
minik çiçek desenleri olan güzel mi güzel bir elbise vardı. Elbisenin üzerine
de kolsuz, koyu krem, bol bir hırka giymişti. Herhalde daha önce -varsa-
ablalarının giydiği bu hırka, ablalarından sonra bu minik prensese
giydirilmişti. Baksanız sevilmeye doyulmayacak bir tatlılığı vardı ve işte
burada, böylece oturmuş, kendi kendine oynuyordu. Çocuğum ya ben de, meraklanıp
yanına gitmek istedim. Belki beraber oynardık.
Minik kız bir çeşit kukla oyunu oynuyordu.
Gerçi kukla filan yoktu ortada, ellerini kukla niyetine kullanıyordu. Onları
dizlerinin üzerine birer insan gibi koyuyor, kendince konuşturuyordu. Sessizce
dinledim.
“Bana bak, Şeka. Ormana gidelim mi?”
“Olmaz Meka, sonra annemiz çok kızar.”
“Niye kızsınmış ki, hiç de kızmaz. Çok güzel
orası. Belki yeni arkadaşlar görürüz, olmaz mı?”
“Olmaz Meka, sonra annemiz bizi bulamayınca
üzülür.”
“Şeka doğru söylüyor” dedim, o anda birden
irkilip bana baktı. Gülümsüyordum. “Meka neden ormana gitmek istiyor ki?” diye
sordum, “Ya kaybolurlarsa?” Başını kaldırmadan, yarımağız cevap verdi, “Ama ben
de gitmek istiyorum. Ben de gelirsem kaybolmazlar.” Sonra kafasını kaldırdı,
“Senin adı ne?” diye sordu. “Safa” dedim. “Bugün geldik buraya. Peki senin adın
ne?” “Merve” dedi. Gülümsedik.
Bu gülümseme yedi yıl sürdü, yedi koca yıl...
Biz o minimini köyden gitmek zorunda kalana dek... Giderken “Seni bekleyeceğim”
demişti, “Bir gün geri geleceksin nasılsa, öyle değil mi? Söylesene Safa, öyle
değil mi?” Öyleydi... Öyleki yolum nereye düşse, tabelalarda hangi isimleri
okusam aklımda bu civarlara gelip, o gülüşü yeniden görme ümidi vardı. Yoruldukça;
ümidim, şevkim ve mutlu olma konusundaki inancım ve azmim azaldıkça gözlerimin
önüne gelen bir hayal gibiydi sanki. Ne zaman bir yerlerde çöküp kalsam, ne
zaman artık bir adım daha atamayacağımı düşünsem gözlerimin önüne gelir ve
şöyle derdi; “Kalk, Safa... Yürü... Ayakların kanayana dek, adımların bitene
dek yürü... Ben seni yolun sonunda bekliyor olacağım...” Sonra başından
çıkardığı kırmızı yazmayı gülümseyerek bana uzatırdı, bense şaşkınlıktan tek
laf edemezdim. O an tek düşündüğüm, düştüğüm yerden kalkmak ve güçsüzlüğüme
inat, sağlam adımlarla ereğime doğru ilerlemeye devam etmek olurdu.
Kalk Safa... Şimdi yürüme vakti... O kadar
yakınsın ki yolun sonuna... Kanayan ayaklarının, buz kesen parmaklarının feryatlarına
dahi kulaklarını tıkadın. Ömür kavline uysun uymasın, ölüm gelip şöyle bir yokladığında
dahi aklında bu toprak yola, bu son düzlüğe, bu son sırra kavuşmak vardı. Bu
yüzden, karşısına çıktığında çektiğin çilelerden, hırpani giysilerinden utanma
sakın. Ben giysileri son moda lakin ruhu lime lime olmuş ne insanlar gördüm... Korkma...
O hayalin dediği gibi yap, “Yürü... Ayakların
kanayana dek yürü...”
Ayağa kalktım... Toprak yol nihayetsiz bir
kader çizgisi gibi uzuyordu önümde. Sağım sarp bayır, solum sonsuz nehir,
önümde ise boylu boyunca uzanmış, müstesna bir kader yolu... Asamı elime aldım
ve tereddütsüz yürümeye başladım. Başımı kaldırdım o anda, yağmurdan sonra
çıkan o gökkuşağı zihinimdeki ferah bir resim gibi hareketsiz, öylece
duruyordu.
Bir çeşit esrime gibi bir şeydi bu, bir çeşit
mutluluk sınavı gibi...
Başımıza gelecekleri ise ancak yaşayarak
görebilecektik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder