13 Mart 2013 Çarşamba

Yol Hikayeleri : Mazi


21 Kasım, 95’

Bazen, tıpkı şimdi olduğu gibi, bildiğim her şeyi bir kenara koyar ve düşünmeye çalışırım. Doğduğum günden bu yana, bu yabanıl hayatın bağrında, modern insan safsatasının uğruna başka insanlar olmayı dahi göze aldığı bunca şeye neden tamah edemediğimi; neden böyle umarsız, özgür tabiatlı olduğumu, alnıma düşen kırışık saçlarım, hırpani giysilerim, kısaca pejmürde kılığımla oradan oraya neden sürüklendiğimi sorarım kendime. Kimi zaman ciddi ciddi düşünesim gelir bunları, ağaç diplerinden topladığım ot çöple yaktığım ateşin başında, ucuna binbir zahmetle, beni doyurmayacağı gayet aşikar bir balık taktığım o ince ağaç dalını tutarken, birden gözümü dolunaya çevirir ve uzun bir süre bunları düşünürüm. Elektrik? İşte gündüz vakti tepemde bekleyip, nereye gidersem gelen bir Güneş’im var, orada, uzaklarda. Her gün, sadece göz çukurlarımı bırakıp, yüzümün geri kalan her yerini yakıcı bir kırmızılıkla kaplıyor, günün neredeyse yarısında da benimle. “E diğer yarısı?” diye sorarsınız şimdi siz, günün geri kalanında da Ay yardımcı oluyor bana. Yalnızlığıma yoldaş, e bakarsanız onca şarkıya da ilham olmuş bir ışık aynası neticede. Gördüğünüz gibi günümün tamamı ışıklı, aydınlık. Peki ya siz? Geçen yıl, Mecidiyeköy’ün göbeğinde, dokuz saat boyunca elektriksiz oturmuş aileler bilirim. Sözde medeniyetin göbeğinde yaşarlar ama elektrik olmayınca annesini kaybetmiş ördekler gibi çaresiz kalırlar, ne vahim!

Bitmedi daha, sıcak duş diyecek olursan, memleketimin bütün kaplıcaları benim. Saç kurutma makinası dersen, yakıp kül eden, sam yeli misali esip, estikçe kurutan yaz rüzgarlarım var. Taşıt desen ayaklarım, ayakların yorulursa da kimi zaman memleketimin uçsuz bucaksız yollarında aheste aheste ilerleyen yük kamyonlarının kasaları var. Onlar da olmazsa iyi huylu, dervişane kalenderliğiyle hayatını sürdüren çoban kardeşin boz eşeği, o da olmazsa tarlasından yorgun argın gelen köylü amcamın saman kırıntılarıyla kaplı römorku var. Yatacak olsam bütün çayırlar benim, acıksam bütün meyveler benim. Susadım desem ırmaklar, yoruldum desem ağaç altları benim. Peki sen, modern insan bozuntusu; senin yaşamak için neyin var? Ben söyleyeyim, bir kuru canın var, o da hayallerinle sana dayatılanlar arasına sıkışmış, öylece zaman öldürüyor!

...

Gezmek, yolları aşmak, hiç geriye bakmamak... Geri dönebileceğin bir sıla dahi yokken, böyle yola revan olmak kimin haddine düşmüş ki zavallı Safa’nın kaderi olsun? Hayatında kalıcı diyebileceğin hiçbir şeyin olmaması; kimi zaman, özellikle de soğuk bir coğrafyada, ateşsiz kalıp tir tir titrerken hayal edebileceğin, sıcak bir yuvaya sahip olmamak nasıl anlatılabilir? Şöyle bir bakınca, “Babam yüzünden” diyesim geliyor, evet “Babam yüzünden!” Şimdinin idealizmini o zamanlar bayrak gibi elinde sallayan babam, Muallim Naci Bey, kendi deyimiyle “Maarif Vekaleti’nin önde gelen neferlerinden biri olarak, terakki uğruna” o diyar senin, bu diyar benim gezmiş, zavallı anneciğim Nevriye Hanım’ı ve beni peşinde dolaştırmıştı. Öylece yıllar, yıllar geçmişti...

Babam, Mudanya eşrafından Demircizade Hacı Hüsrev Efendi’nin dört çocuğundan en küçüğü olarak, kendi tabiriyle “Teşrinisani ayının ilk günlerinde, sabaha karşı” doğmuş. Hacı Hüsrev Bey’in, babamın doğduğu gün koca koca kazanlarla tüm kasabaya yemek dağıttığı söylenir. Üç kızdan sonra gelen erkek evlat kıymete binmiş haliyle, kasıla kasıla gülerek “büyüyecek, adam olacak da devlet kapılarında iş tutacak” diye yeni doğan oğluyla övünmüş, durmuş. Oğlan büyüyene kadar ne istediyse yapmış, hiçbir masraftan kaçınmamış. Diğer üç kızını tek göz odada yatırmış da biricik oğluna ceviz ağacından beşik, dolaplar, oyuncaklar yaptırmış, onun mutluluğu için dünya para sarf etmiş. Pervane olmuş oğlunun etrafında. Hayal ettiği evladı yetiştirmek için didinmiş, durmuş.

Böyle böyle zaman geçmiş, Naci büyümüş ve meraklı mı meraklı bir çocuk olmuş ve –yaşıtlarının aksine- kitaplara meyletmiş. Kitaptı, mecmuaydı, artık eline ne geçerse elinde evirip çeviriyor, sağına soluna bakıyor, okumaya çalışıyormuş. Şehre giden eş dosttan resimli kitaplar istiyor, bu istedikleri gelince de gün boyu başlarından ayrılmıyormuş. “Küçüğün istidadı var” demişler. “Herhalde okuyup büyük adam olacak.” Gel zaman git zaman, yaş yirmilere gelince şehirdeki liseden mezun olup memleketine dönmüş, “El öpmeye geldim” diyip eşikten içeri girmiş. Kasabanın ileri gelenleri hoşgeldin etmişler, “hayırlı olsun”lar dilenmiş, “Eh artık Naci oğlumuz devlete kapılansın, katip olsun. Pek yerinde olur” minvalinde öğütler dile gelmeye başlamış. “Olmaz” demiş babam, “Ben muallim olup devlete hayırlı hasenatlı insanlar yetiştirmek isterim.” Ne desen boş, inatçı mı inatçı. Dediğinden de dönmüyor hergele... Dört aya kalmadan Merzifon’a bağlı, küçük bir köy okulunda muallimliğe başlamış. Başlamış başlamasına da rahat durur mı bizimki! Basmış gene birilerinin kuyruğuna, yalandı riyaydı bilmez ya, kendini de ezdirmeye yanaşmamış. Önce “Sen şu işten hele biraz uzak duruver Muallim Bey” demişler, ne münasebet! Sonra “Muallim Bey, karışma bize” olmuş o. Yöre halkının, tüyü bitmemiş sabi sübyanın hakkıyla hukukuyla oynatmamış Naci Bey. Tehdit de para etmeyince rica minnet, vilayetteki “Maarif Müdürü’ne” çıkılmış, ağızlar bükülmüş. Ona buna biraz para yedirilmiş, böylece Muallim Naci Bey’e de yol görünmüş. Aşağı yukarı her nahiyede, her kasabada bu böyle olmuş. Kasabanın ileri gelenleriyle sürtüşmüş, yeri gelmiş tartışmış. Gözüpekmiş ama bildiğinden şaşmaz mizacı yüzünden onunla anlaşmak da zormuş. Zaten bu yüzden gezmediğimiz yer kalmadı şu koca Anadolu’da... Sürüklenmiş, sonra evlenmiş, sonra da ben... Hayatı hep mücadeleyle, hep inatla, özveriyle geçmiş. Bu özverili hayattaki biricik yoldaşı, anneciğim vefat ettikten sonra da kabuğuna çekilmiş, Mudanya’sına dönmüş... Öldüğü günden beri görmedim onu, toprağı bol olsun.

O gün işte bunları düşünerek yemyeşil bir dağ yamacında, envai çeşit yabani otun arasında  ilerliyordum. Bir elimde Karaburun’da rastladığım bir çobandan aldığım altı yanık bir mısır bazlaması, diğer elimde de Terme-Çarşamba yolunu aşmak için bindiğim kamyonetin kasasında bulduğum, meşe ağacından yontulmuş, güzelce bir asa vardı. Bayır aşağı inmek lazımdı, zira bir saat kadar önce rastladığım bir ormancıdan yukarı taraflarda yol olmadığını, yamaçtan toprak yola inmem gerektiğini öğrenmiştim. Herhalde oradan at arabası dahi olsa, mutlaka bir taşıt geçerdi. O cihetle temkinli bir şekilde, acele etmeden inmeye başlamıştım lakin hesap edemediğim, on dakikalık bir mevsim yağmuru toprağı cıvıklaştırmış, inişimi güçleştirmişti. 

Ne kadar sürdü bilmem ama nihayet çakıllı bir keçi yolunu andıran bu toprak yola indim. Yolun öte tarafında sakin bir dere akıyordu. Beklemeden karşı tarafa geçtim ve çamura bulanan paçalarımı güzelce temizledim. Planım buradan geçecek bir araçla Güzeltepe’ye gitmek, biraz maziyi yad etmekti. Aslında gittiğim yerlere bir daha gitmek adetim değildir, çünkü yıllar yılı içinizde bir yerlerde unuttuğunuz o aidiyet duygusunu alevlendirir. Enikonu kalmak istersiniz, kalmak ve kök salmak... Avarelikten kurtulup diğerlerinin arasına karışmak, yok olmak... Ama bu başka, bambaşka bir şeydi. Aidiyet değil de vefa borcu gibi bir şeydi.

Madem defterimizin bu yapraklarını düşünmeye ayırmıştık, o zaman bu konuya da bir çözüm bulmamız lazımdı. Beni bu çakıllı, eğimli keçi yoluna sokan; Kızılbayır’dan ta buralara kadar getiren neydi? Gidilecek onca köy ve kasaba varken neden Güzeltepe’ye gelmiştim? Bunun cevabı da mazide gizliydi, ey güzel defterim! Mazimin en derinlerinde gizliydi!

77 yılının yaz mevsimiydi, yedi yaşında filandım işte. Gazyağı kokan, köhne bir arabanın içinde henüz bilmediğim bir yere doğru gidiyorduk. Araba çakıllı toprak yolda sarsıla sarsıla ilerliyordu, her sarsıntıda yağmur yemiş, lekeli camlar alabildiğine titriyordu. Virajlarda hafif eğiliyor, kabağa kaçmış tekerleklerden bir iki çakıl parçası çamurluğa çarpıyor, yol düzelince de aynı sarsıntı nihayetsiz devam ediyordu. Annem telaşlıydı, “Acaba bu sefer nasıl bir yere düştük? Sen yüzümüze gül Yarabbi!” diye söyleniyordu. Babamsa şoför mahalinin yanına oturmuş, elindeki kehribar tesbihi şakırdatıp duruyordu. Sinirliyken veyahut endişeliyken yapardı bunu. O tesbihi parmaklarının arasında şakırdatıp durur, yorulunca öbür eline alır, oynamaya devam ederdi. Annemin söylenmelerini duyup arada kafasını çevirip baktı, o bakışı annem de ben de iyi tanırdık.

İşte yine düşmüştük yollara, zira babam Hopa’daki görevinden de azledilmişti. Nahiyedeki muhtar şişine şişine yolculamıştı bizi, eee neticede kendisine ayak bağı olan birinden kurtulmuştu. Otomobilin arka camından bu pek az sevdiğim nahiyeye veda ederken onun o tıraşsız yüzünü, yağlı kasketini görmüştüm. Gevrek gevrek gülüyordu biz giderken.

Bir süre sonra, dar bir sapaktan sağa döndük ve sağ solu çaylıklarla kaplı, eğimli ve ensiz bir yolda ilerlemeye başladık. Çok geçmeden de aşı boyalı, tek katlı, doğramaları eskimiş, neredeyse bakımsız denecek, eski bir yapının önüne geldik ve yavaşladık. Kerpiç gibi bir şeydi bu yapı, demir filan kullanıldığı yoktu. Önünde avluya benzeyen küçük bir alan ve gelişigüzel konmuş, biraz da yıpranmış üç beş masa vardı. Araba durunca sakalı bıyığına karışmış, sofu bir amcanın bizi kapıda beklediğini gördüm. Sade görünüşlü bir adamdı. Üzerinde kahverengi tonlarında, eski bir oduncu gömleği vardı, üzerine de enine çizgili, düğmesiz, gri bir hırka geçirmişti. Bizi görünce hemen kafasındaki kasketi çıkardı ve “Hoşgelmişsiniz” dedi. İçeri buyur etti. Yürümeye başlayınca sağ ayağının hafif aksadığını gördüm. Zorluk çekiyor olmalydı.

Çok oturmadık orada. Zaten babam bu tür hususlarda pek fazla konuşmazdı. Önce köydeki eğitim olanaklarından bahsedilirdi, ihtimal köyde okul niyetine kümesten bozma, bakımsız bir yapı olurdu. Babam da onu adam edinceye kadar idareten bir yerlerde dersini yapardı. Burada da mesele buydu anlaşılan, zira Muhtar olduğunu öğrendiğim bu adam süklüm püklüm oturuyor, utanıp sıkılıyordu. “El birliğiyle hallederiz Muallim Bey, sen canını sıkma” minvalinden laflarla biten okul bahsinden sonra, Muhtar ne kadar yemek yedirmek için ısrar ettiyse de babam kabul etmedi. “Hele şu okulu bir görelim de, ondan sonra” diye geçiştirdi. Sonra da kalkıp yola koyulduk.

Çok geçmedi, metruk bir yapının önünde durduk. “Okul budur, Muallim Bey” dedi Muhtar. Karşımızda duran yapı barakadan halliceydi, ihtimal kerpiçtendi. Çoktandır girilmediği, girmeyi bırakın, bakım onarım görmediği belli oluyordu. Dış cephede boya neredeyse yok gibi bir şeydi. Camların çoğu kırıktı, sağlam olan bir kaç tanesi de kire, pasa bulanmıştı. Pencereler deseniz, bunlara pencere demeye bin şahit isterdi Bakımsızlıktan ve yağmur çamurdan ötürü yer yer çatlamış ve biçimsizleşmişti. Kapıyı biraz kanırtıp içeri girince durum daha da vahimleşti. Yapının içi karanlık ve tozluydu, burası sağa ve sola açılan iki koridordan mürekkep, basık, tek katlı bir harabeydi. Duvarların sıvası döküleli baya olmuştu herhalde. İçerinin havası da epey rutubetliydi. Yerde kırık şişe parçaları, buruş buruş edilmiş gazete kağıtları, yenip atılmış çerez kabukları ve sayısız sigara izmariti göze çarpıyordu. İhtimal köyün gençleri burada pervasızca içki içiyor, sigaralarını tüttürüyor ve keyif çatıyorlardı. Annem elimden tutup beni dışarı çıkardı. O arada kırık camların birinden babamı gördüm, iki elini beline koymuş, “İşimiz var Muhtar” diyordu, “Burada epey işimiz var!”

Muhtarın yerine döndükten sonra canım biraz yürümek istedi, annem başlarda istemedi ama inat edince ve Muhtar da “Merak etmeyin, Yenge Hanım, buralarda hiçbir şeycik olmaz. Salın gitsin” diyince istemeye istemeye razı oldu, “Çok geç kalma ama, tamam mı yavrucuğum?” dedi, gülerek başımı salladım. Ellerim cebimde, sol tarafımdaki çaylıklara uzanan o dar yola doğru seğirttim. Bu kısa yürüyüş bana uzun yıllar unutamayacağım, güzel bir hatıra hediye edecekti. Öyle bir hatıraydı ki bu, biz giderken bana uzattığı o kırmızı yazma hiçbir zaman yanımdan ayrılmayacaktı.

Yerler hafif çamurdu ama aldırmıyordum. Buralar öyle güzeldi ki... O yaşımda dahi doğanın koynundan ayrılmadığımı, bundan mutlu olduğumu, bu mutluluğun ilelebet sürmesini dilediğimi hatırlıyorum. Şu uçsuz bucaksız çaylıklar, rengarenk kelebekler, üzerinde çiğ tanesi biriken otlar ve temiz hava... Yaşamak buydu işte.

Dar toprak yolda kendimce öyle ilerlerken, yol kenarında dallarında rengarenk kuşların ötüştüğü, herhalde sedir olacak, büyücek bir sedir ağacının dibinde gördüm onu. Minicikti. Beş yaşında ya vardı, ya yoktu. Kestane rengi saçları güzelce örülmüş, omzunun iki yanından dökülüyordu. Yüzü tertemiz, kıpkırmızı ve sağlıklıydı, tombul yanakları vardı, öyle de güzel gülüyordu ki... Üzerinde kırmızılı mavili, minik minik çiçek desenleri olan güzel mi güzel bir elbise vardı. Elbisenin üzerine de kolsuz, koyu krem, bol bir hırka giymişti. Herhalde daha önce -varsa- ablalarının giydiği bu hırka, ablalarından sonra bu minik prensese giydirilmişti. Baksanız sevilmeye doyulmayacak bir tatlılığı vardı ve işte burada, böylece oturmuş, kendi kendine oynuyordu. Çocuğum ya ben de, meraklanıp yanına gitmek istedim. Belki beraber oynardık.

Minik kız bir çeşit kukla oyunu oynuyordu. Gerçi kukla filan yoktu ortada, ellerini kukla niyetine kullanıyordu. Onları dizlerinin üzerine birer insan gibi koyuyor, kendince konuşturuyordu. Sessizce dinledim.

“Bana bak, Şeka. Ormana gidelim mi?”
“Olmaz Meka, sonra annemiz çok kızar.”
“Niye kızsınmış ki, hiç de kızmaz. Çok güzel orası. Belki yeni arkadaşlar görürüz, olmaz mı?”
“Olmaz Meka, sonra annemiz bizi bulamayınca üzülür.”

“Şeka doğru söylüyor” dedim, o anda birden irkilip bana baktı. Gülümsüyordum. “Meka neden ormana gitmek istiyor ki?” diye sordum, “Ya kaybolurlarsa?” Başını kaldırmadan, yarımağız cevap verdi, “Ama ben de gitmek istiyorum. Ben de gelirsem kaybolmazlar.” Sonra kafasını kaldırdı, “Senin adı ne?” diye sordu. “Safa” dedim. “Bugün geldik buraya. Peki senin adın ne?” “Merve” dedi. Gülümsedik.

Bu gülümseme yedi yıl sürdü, yedi koca yıl... Biz o minimini köyden gitmek zorunda kalana dek... Giderken “Seni bekleyeceğim” demişti, “Bir gün geri geleceksin nasılsa, öyle değil mi? Söylesene Safa, öyle değil mi?” Öyleydi... Öyleki yolum nereye düşse, tabelalarda hangi isimleri okusam aklımda bu civarlara gelip, o gülüşü yeniden görme ümidi vardı. Yoruldukça; ümidim, şevkim ve mutlu olma konusundaki inancım ve azmim azaldıkça gözlerimin önüne gelen bir hayal gibiydi sanki. Ne zaman bir yerlerde çöküp kalsam, ne zaman artık bir adım daha atamayacağımı düşünsem gözlerimin önüne gelir ve şöyle derdi; “Kalk, Safa... Yürü... Ayakların kanayana dek, adımların bitene dek yürü... Ben seni yolun sonunda bekliyor olacağım...” Sonra başından çıkardığı kırmızı yazmayı gülümseyerek bana uzatırdı, bense şaşkınlıktan tek laf edemezdim. O an tek düşündüğüm, düştüğüm yerden kalkmak ve güçsüzlüğüme inat, sağlam adımlarla ereğime doğru ilerlemeye devam etmek olurdu.

Kalk Safa... Şimdi yürüme vakti... O kadar yakınsın ki yolun sonuna... Kanayan ayaklarının, buz kesen parmaklarının feryatlarına dahi kulaklarını tıkadın. Ömür kavline uysun uymasın, ölüm gelip şöyle bir yokladığında dahi aklında bu toprak yola, bu son düzlüğe, bu son sırra kavuşmak vardı. Bu yüzden, karşısına çıktığında çektiğin çilelerden, hırpani giysilerinden utanma sakın. Ben giysileri son moda lakin ruhu lime lime olmuş ne insanlar gördüm... Korkma...

O hayalin dediği gibi yap, “Yürü... Ayakların kanayana dek yürü...”

Ayağa kalktım... Toprak yol nihayetsiz bir kader çizgisi gibi uzuyordu önümde. Sağım sarp bayır, solum sonsuz nehir, önümde ise boylu boyunca uzanmış, müstesna bir kader yolu... Asamı elime aldım ve tereddütsüz yürümeye başladım. Başımı kaldırdım o anda, yağmurdan sonra çıkan o gökkuşağı zihinimdeki ferah bir resim gibi hareketsiz, öylece duruyordu.

Bir çeşit esrime gibi bir şeydi bu, bir çeşit mutluluk sınavı gibi...

Başımıza gelecekleri ise ancak yaşayarak görebilecektik.   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder