28 Kasım, 95'
Kış yaklaşıyor…
Başımın üstünde avare avare ilerleyen bulut kümesi gri ve kekremsi
bir küf dumanı gibi sarıyor dört bir yanımı. Arada bir esen hafif rüzgarları
saymazsam havada ağır bir sessizlik ve kasvet var, hissediyorum. Koyu ve
devinimsiz bir göğün altındayım ve bu küf bulutları her an ağlayacakmış gibi
kafamın üzerinde nereye gidersem benimle geliyor. Sonra, arada hafif titreme
nöbetleri hasıl oluyor bende. İsteksizlik, ölgünlük, yorgunluk desen gırla.
Bunları geçtim, saçlarımı sağa sola savuran hafif bir rüzgar çıktığında dahi
yüzüm -özellikle dudaklarım- pütür pütür oluyor, derim pul pul dökülecek diye
korktuğumdan kaşıyamıyorum bile.
Bugün keyifsizim, galiba doğa da benimle aynı fikirde. Aralık ayı
şöyle böyle kapıya dayanınca, ilkbaharın gelişiyle kabuğuna sığmayan o coşkun
ruhumu neden bir huzursuzluk kaplıyor ki sanki! İlkbaharda yeşilin en canlı
tonlarında, esen rüzgarla birlikte sağa sola salınan ve yaz mevsiminin kurutucu
sıcağı altında oturaklı, tok bir sarıya bürünen o otlar, kış kapıya dayanınca
neden iç karartıcı bir kahverengiye dönüyor? Doğa neye, kime küsüyor? Yoksa
bunlar geçip giden sıcak, tatlı günlerin matemi mi? Çiçekler nereye saklanmış? Peki
toprak neden kokusuz?
…
Dört yanı büyüklü küçüklü tepelerle çevrili, neredeyse yayvan bir
çanağı andıran bu geniş vadinin ücra bir köşesinde, seher vakti geldiğinde
üzerinde belli belirsiz çiy tanelerinin biriktiği ıtırlı ot ve çalıların
arasında, az ötedeki büyücek çam ağacının ölgün –ama bol yapraklı- dallarından
devşirerek yaptığım gelişigüzel bir döşekte uyandım güne. Dediğim gibi,
karanlık ve kasvetli bir gündü, günlerden neydi bilmiyorum. Üzerimdeki ağırlığı
birazcık olsun atmak için bir iki kere gerindikten sonra, kahvaltı niyetine
çantamda kalan birkaç elmayı kemirerek güne başladım. İşte o andan beri
durmaksızın ama keyifsiz bir şekilde yürüyordum. Galiba
günbatımındaki yamacın ardında olduğu söylenen şu kara meşe korusuna doğru
seğirtiyordum, sebebi de geçenlerde Karatepeli bir arkadaşımın bana bu
civarlardaki bir vahadan bahsetmesiydi. Şaka değil, bahsettiğim yerde kara meşe
ve köknar ağaçlarıyla çevrili, şırıl şırıl akan bir ırmağın mahir bir rakkase
misali kıvrılarak yanından geçtiği cennetvari bir kuytuluk olduğunu anlatmıştı
bana. Öyle ki, arkadaşım “Muhakkak o ırmağın suyundan iç Safa! Pek uğurludur
orası, kimisi mübarek olduğunu bile söyler! Suyu da öyle tatlı ki maşallah!
İçmeye doyamazsın, azizim!” diye burayı bana yarım saat methedip durmuştu,
sonra da bu gizemli kuytuluğun yerini tarif etmişti. Ben de bu arı güzelliğin
peşinde, üç günlük dünyadan çaldığım bu tek günde, bir şekilde hak ettiğime
inandığım huzurlu anların peşindeydim.
Bu hislerle yamacı aştım ve uzakta, sapsarı araziye saklanmış silik
bir karaltı halindeki huş ve meşe korusunu gördüm. Hakikaten görülmeye değerdi
doğrusu. Bu sapa ve verimsiz arazinin ortasında, bu ağaçlar gelip geçen gezgin
takımı durup biraz dinlensin, kana kana suyunu içtikten sonra biraz
nefeslensin, ağzına bir iki lokma bir şeyler atsın diye düşünülüp dikilmişti
sanki. Gerçi çamlar dışında hepsi yapraklarını dökmüştü ama ırmağın buraya
kadar gelen sesi, çam dallarının rüzgarla birlikte hafif hafif hışırdayışı, bu
ağaçların dibinde oturup keyfince şekerleme yapan için ne büyük nimet olsa
gerekti!
Uzatmayayım, bu hevesle yamacı indim, birazdan kana kana içeceğim
suyun lezzetini hayal ederek koruluğa yaklaştım ve bir kenarı ırmağın sularıyla
ıslanmış ve çimlenmiş, büyücek bir kayanın dibinde O’nu gördüm.
Emir Murad’dı bu, hani şu az bilinen ama iyi yazan yeraltı romancılarından
biri. Görünüşe göre benden birkaç gün önce gelmiş ve vakit kaybetmeden kayanın
hemen ardındaki çam ağacının dibine küf renginde, kamuflaj desenine benzeyen
uyduruk bir bezden yapılma ufak bir çadır kurmuştu. Şimdi de kayanın dibine
bağdaş kurmuş; elindeki kütüphane kitaplarına benzeyen, kalın ciltli kırmızı
kitabı okuyordu. Çaktırmadan yaklaşayım dedim ama neredeyse “tırpan görmüş” diyebileceğim
kadar iyi biçilmiş, sapsarı otlar yüzünden bunu yapamadım.
“Emir Murad!”
Kafasını kaldırdı ve bu uçsuz bucaksız diyarda iki laf edilebilecek eski
bir arkadaşa rastlamanın sevinci ve şaşkınlığıyla yüzüne tatlı bir gülümseme takındı.
“Vay yoldaş! Hoş geldin azizim!”
“Hoşbulduk Emir Murad! Seninle burada karşılaşmak ne güzel şey böyle!”
Biraz oturup konuştuk, ondan bundan bahsettik. Murad eski arkadaşımdı,
kendisiyle Doğancılar’daki Hüdavendigar Çarşısı’nın içinde kimi zaman kitap
almaya, kimi zamansa öyle havadan sudan sohbet etmeye gittiğim bir sahafta
tanışmıştık. Kendisine ayrılmış sallanan bir masanın başına oturmuş, masaya
yığılı kitapların arasında, birilerini bekliyor gibi, öylece kapıdan gelip
geçenleri seyrediyor, dükkandan içeri girmeye teşne ayak seslerine kulak
kabartıyordu. Öğrendim ki bu zat-ı muhterem bir kalem erbabıydı ve bugün de
imza günü düzenlemişti lakin hem mekana hem de gelenlerin seyrekliğine
bakılırsa çok tutulan bir yazar değildi. Dükkanın sahibi Reşat Amca “Sabahtan
beri üç kişi geldi” diyordu, bu adam adına üzülüyordu besbelli. “Söz sanatı
desen ustasıdır, nüktedanlık desen alası var ama bir türlü şansı yaver gitmedi”
Gitmezdi tabi, zira Murad köpek gibi toplumun peşi sıra seğirterek eyyamcılık
yapmıyor, bilakis “yazar toplumu yönlendiren, en önde giden kişidir” düsturuyla
çalışmalarını sürdürüyordu, bu da onun göz ardı edilmesine sebebiyet veriyordu
ne yazık ki…
O gün tanıştık ve çok iyi iki arkadaş olduk Murad’la. Tıpkı onun gibi,
ben de toplumun meftun olduğu değerleri hiçe sayıyorum, onların değerli
addettiği para, makam gibi hususları reddediyorum diye bana “Yoldaş” adını
takmıştı. Ne zaman birbirimizi bir yerlerde görsek, şapkasını çıkararak içten
bir selam verir ve eğer ikimiz de müsaitsek oturup sohbet ederdik. Güzel
günlerdi.
“Eee, ne yapıyorsun, ne arıyorsun buralarda? Beş yıl oldu herhalde
görüşmeyeli!”
“Yollardayız be Murad! Yaşayıp gidiyoruz işte! Sen nasılsın, neler
yapıyorsun? Onları boşver, burada ne arıyorsun?”
“Huzur be Yoldaş, sadece huzur… Huzur vermediler İstanbul’larda… Yoksullaştırdılar,
ötekileştirdiler, yok saydılar. Ben de yok olayım dedim, elimi eteğimi çektim
oralardan. Ayaklar da bizi buralara getirdi işte… Yeni kitabımı da böyle
yollarda, bayırlarda yazıyorum. Herhalde yönümüz de Amasya olacak gibi… Bakalım…”
Bunları anlatırken yuvarlak camlı gözlüklerin ardına saklanan o
bakışların buğulandığını, dalıp gittiğini sezdim. Kaskatı kesilmiş o yüz
rengini kaybetmiş, baş eğilmiş, sonra da gözlükler çıkarılmıştı. Kolay değildi
yaşadıkları. Ciğeri beş para etmeyecek, muhtemelen bir paragraf dahi yazı
yazamayacak editör bozuntuları roman taslaklarını elinde evirip çeviriyor ve
geri veriyordu, kimisi de “Bu aralar …. tarzı romanlar tutuyor, öyle bir şey
yazsanıza azizim!” diyerek kendince akıl veriyordu. En kötüsü de “Biz bu
hikayeyi alalım, C…’nin kitabına koyalım. On baskı yaparsa iki bini cebinde bil!”
tarzı ahlaksız tekliflerdi. Sözümona bu
hikayeyi alacaklar, o yeteneksiz yazmış gibi bahsi geçen değersiz ve bayağılık
kokan -ama ne hikmetse en az beş baskı yapacak olan- kitabına koyacaklar, bundan
da Murad’a pay vereceklerdi. Bu tarz muamelelerden bıkıp usanan Murad için çok
fazla çıkış yolu yoktu ne yazık ki…
Bunları düşünürken, havayı dağıtmak ister gibi birden kafasını
kaldırdı, yüzüne zoraki bir gülümseme takındı ve –sözümona- merakla sordu, “Eee,
seni ne getirdi buralara Yoldaş! Anlat bakalım!”
Derin bir nefes aldım ve ona Yol’umu, Sıla’mı, Merve’mi, onu bulma
çabamı, onsuzluğumu anlattım. Anlattıkça kayboldum, kayboldukça derinlere
daldım. Rüzgar sustu, ırmağın şırıltıları duyulmaz oldu, adımlarım belleğimden
silindi. Yalnızlaştım, uzaklaştım, nefesim seyrekleşti.
“Yoldaş! Yoldaş!! İyi misin?”
“… Ne? İyiyim, iyiyim… Bir şeyim yok… Bana bakma sen…”
“Nasıl bakmam be Yoldaş! Sen aradığım o adamsın işte! Maruf’sun sen!
Maruf!”
“Nasıl? Ne Maruf’u?”
“Maruf, basbayağı Maruf işte!”
…
“Herkesin bildiği, namlı” manasına gelen “Maruf”, Murad’ın ses
getireceğine inandığı yeni romanının adıydı ve Meşrutiyet döneminin namlı
çapkınlarından İbrahim Maruf Bey’in hayatını anlatıyordu. Bir nevi “Araba Sevdası”
diye nitelendirdiği bu kitapta çapkınlığı herkesçe bilinen ve havai, hoppa
olarak anılan İbrahim Maruf Bey Moda İskelesi’nde gördüğü gizemli bir kıza
abayı yakar. Kız ise kendi halinde, -hile hurda bilmediği için- kıt kanaat geçinen bir kaymakamın kızıdır.
İbrahim Maruf Bey vakit geçirmeden validesi Hafize Hanım’ı kaymakamlık konağına
görücü gönderir lakin Kaymakam Hasan Fehmi Bey kızını namlı bir çapkına vermek
istemez. İbrahim Maruf Bey’in paşa torunu olması ve validesi Hafize Hanım’ın
soyunun baba tarafından saraya dayanmasına karşın Kaymakam Bey ikna olmaz ve bu
izdivacın kabil olmayacağını söyler. Bu son sözüdür ve Kaymakam’ın Arnavut
inadı da meşhurdur. Ailesi “Başka gelin bakalım” diye İbrahim Maruf Bey’i ikna
etmeye çalışır ama boşunadır. Maruf Bey meftun olmuştur, yataklara düşmüştür. Torununa
pek düşkün olan ve inat etme konusunda Kaymakam Bey’den aşağı kalmayan Bahriye
Nazırı Ahmet Mithat Paşa, Kaymakam’ın bu inadına sinirlenir ve onu vilayetten
vilayete sürdürür. Oradan oraya sürüklenen Kaymakam Bey “Nuh” der de “Peygamber”
demez… Peki Beyzade İbrahim Maruf bu durumda ne yapacaktır? Sevdiği, meftunu
olduğu kızın peşinden diyar diyar sürüklenecektir…
…
“Amma da yaptın ha! Çapkın mıyım ben? Nerede gördün bir kadına yan
gözle baktığımı?”
“Yanlış anladın be Yoldaş! Merve dedin ya, onun peşinde diyar diyar
geziyorum dedin, ben ondan dedim ‘Sen Maruf’sun’ diye! Yoksa vallahi demezdim!”
Haklıydı aslında, Maruf bendim. Tıpkı Maruf Bey gibi ben de neyim var,
neyim yok geride bırakıp sonunu bile bilmediğim bir hikayenin trajik kahramanı
olma yolunda ilerlemiyor muydum sanki? Son nefesinde “Doğru bildiğin yoldan
şaşma, evladım” demişti babam. Doğru yol neydi peki? Merve’ye giden yol mu,
yoksa… Merve’ye gitmeyen yol yoktu…
“Haydi, çok düşünme bunları! Bak, çam iğnesi çayı yaptım, sen
seversin!” Bunu derken de sağdan soldan bulup çadırın dibine yığdığı kuru
dallardan birkaçını sönmeye yüz tutmuş ateşe atıyordu. “Eee, anlat bakalım
nerede bulacaksın sen bu Merve’yi? Senin hikayen nasıl sona erecek? Allah vere
de Maruf Bey’inki gibi bitmese…”
Ateşin üstüne gelişigüzel asılmış kara demliğin ucundan hoş kokulu bir
buhar çıkıyordu. Burnuma çiçek kokuları geldi o anda… Aklıma da sen… Benim
hikayem nasıl bitecekti peki? Çok düşünmedim bunu.
Vuslatsa vuslat, hasretse hasret…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder