20 Nisan 2013 Cumartesi

Yol Hikayeleri : Maruf


28 Kasım, 95'

Kış yaklaşıyor…

Başımın üstünde avare avare ilerleyen bulut kümesi gri ve kekremsi bir küf dumanı gibi sarıyor dört bir yanımı. Arada bir esen hafif rüzgarları saymazsam havada ağır bir sessizlik ve kasvet var, hissediyorum. Koyu ve devinimsiz bir göğün altındayım ve bu küf bulutları her an ağlayacakmış gibi kafamın üzerinde nereye gidersem benimle geliyor. Sonra, arada hafif titreme nöbetleri hasıl oluyor bende. İsteksizlik, ölgünlük, yorgunluk desen gırla. Bunları geçtim, saçlarımı sağa sola savuran hafif bir rüzgar çıktığında dahi yüzüm -özellikle dudaklarım- pütür pütür oluyor, derim pul pul dökülecek diye korktuğumdan kaşıyamıyorum bile.

Bugün keyifsizim, galiba doğa da benimle aynı fikirde. Aralık ayı şöyle böyle kapıya dayanınca, ilkbaharın gelişiyle kabuğuna sığmayan o coşkun ruhumu neden bir huzursuzluk kaplıyor ki sanki! İlkbaharda yeşilin en canlı tonlarında, esen rüzgarla birlikte sağa sola salınan ve yaz mevsiminin kurutucu sıcağı altında oturaklı, tok bir sarıya bürünen o otlar, kış kapıya dayanınca neden iç karartıcı bir kahverengiye dönüyor? Doğa neye, kime küsüyor? Yoksa bunlar geçip giden sıcak, tatlı günlerin matemi mi? Çiçekler nereye saklanmış? Peki toprak neden kokusuz?


Dört yanı büyüklü küçüklü tepelerle çevrili, neredeyse yayvan bir çanağı andıran bu geniş vadinin ücra bir köşesinde, seher vakti geldiğinde üzerinde belli belirsiz çiy tanelerinin biriktiği ıtırlı ot ve çalıların arasında, az ötedeki büyücek çam ağacının ölgün –ama bol yapraklı- dallarından devşirerek yaptığım gelişigüzel bir döşekte uyandım güne. Dediğim gibi, karanlık ve kasvetli bir gündü, günlerden neydi bilmiyorum. Üzerimdeki ağırlığı birazcık olsun atmak için bir iki kere gerindikten sonra, kahvaltı niyetine çantamda kalan birkaç elmayı kemirerek güne başladım. İşte o andan beri durmaksızın ama keyifsiz bir şekilde yürüyordum. Galiba günbatımındaki yamacın ardında olduğu söylenen şu kara meşe korusuna doğru seğirtiyordum, sebebi de geçenlerde Karatepeli bir arkadaşımın bana bu civarlardaki bir vahadan bahsetmesiydi. Şaka değil, bahsettiğim yerde kara meşe ve köknar ağaçlarıyla çevrili, şırıl şırıl akan bir ırmağın mahir bir rakkase misali kıvrılarak yanından geçtiği cennetvari bir kuytuluk olduğunu anlatmıştı bana. Öyle ki, arkadaşım “Muhakkak o ırmağın suyundan iç Safa! Pek uğurludur orası, kimisi mübarek olduğunu bile söyler! Suyu da öyle tatlı ki maşallah! İçmeye doyamazsın, azizim!” diye burayı bana yarım saat methedip durmuştu, sonra da bu gizemli kuytuluğun yerini tarif etmişti. Ben de bu arı güzelliğin peşinde, üç günlük dünyadan çaldığım bu tek günde, bir şekilde hak ettiğime inandığım huzurlu anların peşindeydim.

Bu hislerle yamacı aştım ve uzakta, sapsarı araziye saklanmış silik bir karaltı halindeki huş ve meşe korusunu gördüm. Hakikaten görülmeye değerdi doğrusu. Bu sapa ve verimsiz arazinin ortasında, bu ağaçlar gelip geçen gezgin takımı durup biraz dinlensin, kana kana suyunu içtikten sonra biraz nefeslensin, ağzına bir iki lokma bir şeyler atsın diye düşünülüp dikilmişti sanki. Gerçi çamlar dışında hepsi yapraklarını dökmüştü ama ırmağın buraya kadar gelen sesi, çam dallarının rüzgarla birlikte hafif hafif hışırdayışı, bu ağaçların dibinde oturup keyfince şekerleme yapan için ne büyük nimet olsa gerekti!

Uzatmayayım, bu hevesle yamacı indim, birazdan kana kana içeceğim suyun lezzetini hayal ederek koruluğa yaklaştım ve bir kenarı ırmağın sularıyla ıslanmış ve çimlenmiş, büyücek bir kayanın dibinde O’nu gördüm.

Emir Murad’dı bu, hani şu az bilinen ama iyi yazan yeraltı romancılarından biri. Görünüşe göre benden birkaç gün önce gelmiş ve vakit kaybetmeden kayanın hemen ardındaki çam ağacının dibine küf renginde, kamuflaj desenine benzeyen uyduruk bir bezden yapılma ufak bir çadır kurmuştu. Şimdi de kayanın dibine bağdaş kurmuş; elindeki kütüphane kitaplarına benzeyen, kalın ciltli kırmızı kitabı okuyordu. Çaktırmadan yaklaşayım dedim ama neredeyse “tırpan görmüş” diyebileceğim kadar iyi biçilmiş, sapsarı otlar yüzünden bunu yapamadım.

“Emir Murad!”

Kafasını kaldırdı ve bu uçsuz bucaksız diyarda iki laf edilebilecek eski bir arkadaşa rastlamanın sevinci ve şaşkınlığıyla yüzüne tatlı bir gülümseme takındı.

“Vay yoldaş! Hoş geldin azizim!”
“Hoşbulduk Emir Murad! Seninle burada karşılaşmak ne güzel şey böyle!”

Biraz oturup konuştuk, ondan bundan bahsettik. Murad eski arkadaşımdı, kendisiyle Doğancılar’daki Hüdavendigar Çarşısı’nın içinde kimi zaman kitap almaya, kimi zamansa öyle havadan sudan sohbet etmeye gittiğim bir sahafta tanışmıştık. Kendisine ayrılmış sallanan bir masanın başına oturmuş, masaya yığılı kitapların arasında, birilerini bekliyor gibi, öylece kapıdan gelip geçenleri seyrediyor, dükkandan içeri girmeye teşne ayak seslerine kulak kabartıyordu. Öğrendim ki bu zat-ı muhterem bir kalem erbabıydı ve bugün de imza günü düzenlemişti lakin hem mekana hem de gelenlerin seyrekliğine bakılırsa çok tutulan bir yazar değildi. Dükkanın sahibi Reşat Amca “Sabahtan beri üç kişi geldi” diyordu, bu adam adına üzülüyordu besbelli. “Söz sanatı desen ustasıdır, nüktedanlık desen alası var ama bir türlü şansı yaver gitmedi” Gitmezdi tabi, zira Murad köpek gibi toplumun peşi sıra seğirterek eyyamcılık yapmıyor, bilakis “yazar toplumu yönlendiren, en önde giden kişidir” düsturuyla çalışmalarını sürdürüyordu, bu da onun göz ardı edilmesine sebebiyet veriyordu ne yazık ki…

O gün tanıştık ve çok iyi iki arkadaş olduk Murad’la. Tıpkı onun gibi, ben de toplumun meftun olduğu değerleri hiçe sayıyorum, onların değerli addettiği para, makam gibi hususları reddediyorum diye bana “Yoldaş” adını takmıştı. Ne zaman birbirimizi bir yerlerde görsek, şapkasını çıkararak içten bir selam verir ve eğer ikimiz de müsaitsek oturup sohbet ederdik. Güzel günlerdi.

“Eee, ne yapıyorsun, ne arıyorsun buralarda? Beş yıl oldu herhalde görüşmeyeli!”
“Yollardayız be Murad! Yaşayıp gidiyoruz işte! Sen nasılsın, neler yapıyorsun? Onları boşver, burada ne arıyorsun?”
“Huzur be Yoldaş, sadece huzur… Huzur vermediler İstanbul’larda… Yoksullaştırdılar, ötekileştirdiler, yok saydılar. Ben de yok olayım dedim, elimi eteğimi çektim oralardan. Ayaklar da bizi buralara getirdi işte… Yeni kitabımı da böyle yollarda, bayırlarda yazıyorum. Herhalde yönümüz de Amasya olacak gibi… Bakalım…”

Bunları anlatırken yuvarlak camlı gözlüklerin ardına saklanan o bakışların buğulandığını, dalıp gittiğini sezdim. Kaskatı kesilmiş o yüz rengini kaybetmiş, baş eğilmiş, sonra da gözlükler çıkarılmıştı. Kolay değildi yaşadıkları. Ciğeri beş para etmeyecek, muhtemelen bir paragraf dahi yazı yazamayacak editör bozuntuları roman taslaklarını elinde evirip çeviriyor ve geri veriyordu, kimisi de “Bu aralar …. tarzı romanlar tutuyor, öyle bir şey yazsanıza azizim!” diyerek kendince akıl veriyordu. En kötüsü de “Biz bu hikayeyi alalım, C…’nin kitabına koyalım. On baskı yaparsa iki bini cebinde bil!” tarzı ahlaksız tekliflerdi. Sözümona bu hikayeyi alacaklar, o yeteneksiz yazmış gibi bahsi geçen değersiz ve bayağılık kokan -ama ne hikmetse en az beş baskı yapacak olan- kitabına koyacaklar, bundan da Murad’a pay vereceklerdi. Bu tarz muamelelerden bıkıp usanan Murad için çok fazla çıkış yolu yoktu ne yazık ki…

Bunları düşünürken, havayı dağıtmak ister gibi birden kafasını kaldırdı, yüzüne zoraki bir gülümseme takındı ve –sözümona- merakla sordu, “Eee, seni ne getirdi buralara Yoldaş! Anlat bakalım!”

Derin bir nefes aldım ve ona Yol’umu, Sıla’mı, Merve’mi, onu bulma çabamı, onsuzluğumu anlattım. Anlattıkça kayboldum, kayboldukça derinlere daldım. Rüzgar sustu, ırmağın şırıltıları duyulmaz oldu, adımlarım belleğimden silindi. Yalnızlaştım, uzaklaştım, nefesim seyrekleşti.

“Yoldaş! Yoldaş!! İyi misin?”
“… Ne? İyiyim, iyiyim… Bir şeyim yok… Bana bakma sen…”
“Nasıl bakmam be Yoldaş! Sen aradığım o adamsın işte! Maruf’sun sen! Maruf!”
“Nasıl? Ne Maruf’u?”
“Maruf, basbayağı Maruf işte!”


“Herkesin bildiği, namlı” manasına gelen “Maruf”, Murad’ın ses getireceğine inandığı yeni romanının adıydı ve Meşrutiyet döneminin namlı çapkınlarından İbrahim Maruf Bey’in hayatını anlatıyordu. Bir nevi “Araba Sevdası” diye nitelendirdiği bu kitapta çapkınlığı herkesçe bilinen ve havai, hoppa olarak anılan İbrahim Maruf Bey Moda İskelesi’nde gördüğü gizemli bir kıza abayı yakar. Kız ise kendi halinde, -hile hurda bilmediği için- kıt kanaat geçinen bir kaymakamın kızıdır. İbrahim Maruf Bey vakit geçirmeden validesi Hafize Hanım’ı kaymakamlık konağına görücü gönderir lakin Kaymakam Hasan Fehmi Bey kızını namlı bir çapkına vermek istemez. İbrahim Maruf Bey’in paşa torunu olması ve validesi Hafize Hanım’ın soyunun baba tarafından saraya dayanmasına karşın Kaymakam Bey ikna olmaz ve bu izdivacın kabil olmayacağını söyler. Bu son sözüdür ve Kaymakam’ın Arnavut inadı da meşhurdur. Ailesi “Başka gelin bakalım” diye İbrahim Maruf Bey’i ikna etmeye çalışır ama boşunadır. Maruf Bey meftun olmuştur, yataklara düşmüştür. Torununa pek düşkün olan ve inat etme konusunda Kaymakam Bey’den aşağı kalmayan Bahriye Nazırı Ahmet Mithat Paşa, Kaymakam’ın bu inadına sinirlenir ve onu vilayetten vilayete sürdürür. Oradan oraya sürüklenen Kaymakam Bey “Nuh” der de “Peygamber” demez… Peki Beyzade İbrahim Maruf bu durumda ne yapacaktır? Sevdiği, meftunu olduğu kızın peşinden diyar diyar sürüklenecektir…


“Amma da yaptın ha! Çapkın mıyım ben? Nerede gördün bir kadına yan gözle baktığımı?”
“Yanlış anladın be Yoldaş! Merve dedin ya, onun peşinde diyar diyar geziyorum dedin, ben ondan dedim ‘Sen Maruf’sun’ diye! Yoksa vallahi demezdim!”

Haklıydı aslında, Maruf bendim. Tıpkı Maruf Bey gibi ben de neyim var, neyim yok geride bırakıp sonunu bile bilmediğim bir hikayenin trajik kahramanı olma yolunda ilerlemiyor muydum sanki? Son nefesinde “Doğru bildiğin yoldan şaşma, evladım” demişti babam. Doğru yol neydi peki? Merve’ye giden yol mu, yoksa… Merve’ye gitmeyen yol yoktu…

“Haydi, çok düşünme bunları! Bak, çam iğnesi çayı yaptım, sen seversin!” Bunu derken de sağdan soldan bulup çadırın dibine yığdığı kuru dallardan birkaçını sönmeye yüz tutmuş ateşe atıyordu. “Eee, anlat bakalım nerede bulacaksın sen bu Merve’yi? Senin hikayen nasıl sona erecek? Allah vere de Maruf Bey’inki gibi bitmese…”

Ateşin üstüne gelişigüzel asılmış kara demliğin ucundan hoş kokulu bir buhar çıkıyordu. Burnuma çiçek kokuları geldi o anda… Aklıma da sen… Benim hikayem nasıl bitecekti peki? Çok düşünmedim bunu.

Vuslatsa vuslat, hasretse hasret…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder