16 Kasım, '95
“Kardeş!...
Kardeş!”
Gülümsüyordum,
o kadar güzeldin ki...
“Kardeş!
İyi misin, kardeş? Nafiz kalk şu kapıyı aç, adam bir nefes alsın şöyle!”
...
“Ah...
Nerde... Nerdeyim ben?”
“Sakin
ol kardeş, seni Kuşluktepe’nin orada, arazide yatarken bulduk. Daha iyice
misin?”
“Ben..
Ben iyiyim... Galiba...”
Benimle
ilgilenen kirli sakallı, pos bıyıklı adam iyi olduğumu duyunca yüzüne samimi
bir gülümseme takındı ve yanındaki uzun boylu, sıska adama -Nafiz’e- su
getirmesini söyledi. “Getir Nafiz, getir. Al kardeş, su iç. İyi gelir.”
Uzattığı ahşap bardağı aldım ve küçük yudumlarla, biraz da istemeye istemeye
içip bitirdim.
“Hah
şöyle! Biraz daha iyisin herhalde. Baksana renk geldi yüzüne. İlk bulduğumuzda
bayağı telaşlandık, değil mi Nafiz?” Nafiz başını sallayarak onaylıyordu, bu
arada adam son bir gayret uzattığım bardağı alıp kenara bir yerlere koydu. Herhalde
iyice meraklanmış olacak ki gözlerimin içine bakıyordu, konuşmamı bekliyordu
sanki, sonra da dayanamadı zaten. “Eee kardeş, kimsin, nesin, necisin,
buralarda ne işin var?”
Hırıltılı
bir iki nefesten sonra “Ben” dedim, “Ben... Safa... Gezginim...”
“Gezgin
mi? İnsan ne diye gezer ki burada Salih Abi, rahat mı battı ki?”
O
anda halim olsa biraz daha gülümserdim, Nafiz’in olaya bu denli safça yaklaşması -burada olumlu
bir saflıktan söz ediyorum- o kadar tatlı gelmişti ki bana, takatim olsa “İlahi
Nafiz” derdim, “Hiç öyle olur mu?” Beni duymuş gibi, öbür adam gülümseyerek “Nafiz,
oğlum sanane. Adam ister burada gezer, isterse Fizan’da. Hele dur bi anlatsın!”
dedi, bunları söylerken yüz çizgileri daralıp genişliyor, yüzünde tatlı bir
gülümseme yayılıyordu.
“Ben...
Şehrin gürültüsünden çok yorulmuştum ve... İşte... Doğada yaşamaya... karar
verdim... Beş yıldır doğadayım... Yollarda... Orada burada...”
“Ben
dedim sana Salih Abi, rahat batmış buna!” diye gülerek araya girdi Nafiz, bunu
söylerken kuzineye birkaç iri odun atıyordu.
“Şehrin
gürültüsünden bıkıp yazıya yabana mı çıktın sen şimdi, Safa Bey kardeşim? Doğru
mu anladım?” “Öyle ya” dedim, “Şehirler yaşanır gibi değil artık...”
“İyi
dedin, Safa Bey Abi, onu vallahi iyi dedin” dedi Nafiz, “Biz de arada sırada
buralara geliriz, ciğerimizi temiz havayla doldururuz. Sonra bak, tam tepende
dededen kalma av tüfeğimiz var, Salih Abi’yle gelir, buralarda avlanırız. Artık
mevsimine göre bıldırcındır, üveyiktir, Allah ne verdiyse...” Salih de Nafiz’i
başıyla onaylıyordu, “Yoksa halimiz duman! Bakma büyük şehir değil bizimki ama
neylersin işte; babadan, dededen böyle görmüşüz. Tebdil-i mekanda hayır vardır
derler ya, işte o hesap.. Bu arada Safa Bey kardeşim, çorbamız kaynadı. Nafiz
yanına mısır da haşladı, biz mısırı epey severiz. Sonra dışarda ateşin üstünde
bıldırcınımız var, ben ekmek de yaptım, kapaklıda pişiyor. Allah ne verdiyse
yiyelim birlikte. Nafiz, oğlum koş bıldırcınları çevir, yanmasın!”
O
akşam neşeyle yemeğimizi yedik, Nafiz ile Salih Abi o kadar güzel anlaşıyorlar,
o kadar güzel hikayeler anlatıyorlardı ki... Gülüşmeler, şakalaşmalar gırla
gitti. Öyle ki, şehirde öldürseniz yemeyeceğim o fazla pişmiş şehriye çorbası, taneleri
dağılmış o mısırlar; Nafiz’in çevirmeyi unutup benimle sohbete dalmasından
ötürü pişerken kurumuş bıldırcın eti ağzımda eşsiz bir tad bıraktı. Sonra kapaklıdan
taze taze çıkan köy ekmeğinin kokusu, üzerinde eriyen tereyağın aroması,
gerçekliği o kadar büyüledi ki beni, orada uzun süre kalmak istedim bir an.
Gözlerim yaşardı, o kadar gerçekti ki her şey... O kadar samimiydi ki... Orada
kalıp bu sonsuz yolculuğumda kısa bir mola vermek belki de iyi gelirdi. Kuzinenin
üstünde yavaş yavaş demlenen çayın verdiği mutlulukla taçlanan, sonsuz bir
huzur her yanımı sarardı... Kim bilir, belki sahiden de mutlu olurdum.
Aslında
şu anda da çok mutluyum, ayağım sızlamıyor, pırıl pırıl bir sabaha uyandık, Nafiz
bana matarasını hediye etti ve şimdi, eski moda bir pikap arabanın kasasında,
alabildiğine taşlı ve tozlu bir yolda nahiyeye doğru ilerliyorum. Salih Abi
nahiyede ayağıma bir baktırmam gerektiğini söyledi, sarmasına sarmış ama bir de
nahiyedeki hekim baksınmış. İtiraz etmedim tabii, gülümseyerek başımı salladım.
Şu
anda bu yazıya bir son verip ciğerlerimi toprak kokusuyla doldurmak istiyorum
hiçbir şey düşünmesem diye geçiriyorum içimden... Gözlerim açıkken yabanın
tozlu yollarındayım ama kapattığımda düz bir çimenliğe uzanmış, çağıldayan bir
şelalenin eşsiz sesini dinliyorum sanki.
Bir
sonraki günümün daha güzel olması dileğiyle gözlerimi kapatıyorum. Güneş
vuruyor yüzüme, arada bir sarsılıyorum ama değer, mutluluğa doğru yol alıyoruz
neticede.
Off
be Salih Abi, yine mi kasise girdin?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder