15 Temmuz 2013 Pazartesi

Yol Hikayeleri : Gözlerimi Kapadığımda

29 Kasım, 95'

Gözlerimi açtım…

Çırılçıplak dalların kıvrımları arasından gördüğüm kadarıyla gökyüzü de tıpkı bizim gibi yeni yeni uyanıyordu güne, o iç karartıcı gri rengi de dünden mirastı besbelli. Güneş dediğimiz bedava ısıtıcı ise birbirine geçmiş koyu bulut kümelerinin ardına saklanmıştı ve o gün kendini göstermeye hiç de hevesli değildi anlaşılan.  Bunu anlarım, Kasım sonudur, göçmen kuşlar ortadan kaybolmuştur; yamaç dibindeki kulübelerin bacalarından çıkan duman daha bir koyu renk almıştır, biz yürüdükçe sırtımıza sırtımıza vuran mevsim rüzgarı artık daha bir üşütür olmuştur, boyları bir kulaç bile olmayan meyve çalılıkları rüzgarla bir ayrı hışırdamaya başlamıştır vesaire vesaire… Peki, benim içimde neden sonbahar hüküm sürüyor? Neden tüm yaşama sevincim sararıp düşmüş yere? Neden yüzüm bulutlanmış ve karanlık? Neden talihim yer yer sağanak yağışlı?

Yola çıktığımızdan beri ara ara çaktırmadan Murad’a bakıyorum. Adam çoğu insanın yapamayacağı, göğüs geremeyeceği şeylere katlanmış; yeri gelmiş kaderin acımasız tekmelerine, sinkaflı küfürlerine maruz kalmış ama yine de gülümsüyor; tutunacağı bir dal yokken bile yıkılmıyor, kalemini oynatarak kendine tutunmak için yeni, sık dallı, gür yapraklı bir ağaç çiziyor. Peki ben? Her seferinde tekrar başa dönüyorum.

“Senin sorunun… Nasıl desem… Aslında senin sorunun Merve’nin ta kendisi…”
“Merve mi? Ne diyorsun sen Murad? Merve neden benim sorunum olsun?”
“Kızma Yoldaş, senin iyiliğine konuşuyorum. O zaman söyle hadi, sen Merve’yi neden arıyorsun? Hadi söyle bana!”
“Ben… Ben onu seviyorum da ondan, başka neden olacak? Hem, ne saçmalıyorsun sen? Ona kavuşmaktan başka derdim mi var benim?”
“Yoldaş, anlaşılan sen izanını da kaybetmişsin. Yolların tozu seni hasta etmiş. Diyorsun ki bilmem kaç yıl önce, hele de çocuk yaşta tanıştık. Sonra Baba Bey’in tayini çıkınca gitmek zorunda kaldık, o beni bekleyecek, ben de geri döneceğim… Uyanın monşer! O kadar sene içinde hem sen hem de o, hiç kimseye meyletmediniz mi sanki?”

Düşündüm… Zehra, Füsun, Nadide… Epey vardı. “Meylettiysek ne olmuş ki birader! Neticede nihai yolumuzu bulmuşsak, yol üzerindekilerin ne önemi kalır?”

Parmağını sağa sola salladı, “Hayır hayır! Bu başka bir şeyin işareti. Dedin ki “mektuplaşıyorduk”, dedin ki “son mektubuma cevap gelmedi”, sonra da diyorsun ki “onu bulmak için yollara düştüm”. O zaman Merve senin ulaşmak istediğin bir emelden başka bir şey değil. Bir durak gibi düşün veyahut sıcak bir öğle üzerinde altına sığınabileceğin beyaz renkli bir tente. Hayır hayır, senin bahsettiğin şey aşktan ziyade çaresizliğe benziyor, monşer! O zaman bana şunu söyle, yollara ne zaman düştün? Onu aramaya ne zaman başladın?”

Başlangıçlar…

Kimi zaman ucu bucağı belirsiz bir zaman düğümünde ipin ucunu aramak demektir bu. Kimi zaman havasız, loş bir salonun izbe bir köşesinde, tavandaki isli camdan yere yansıyan ölgün bir ışık hüzmesine bakarak çıkış kapısını bulmaya çalışmak gibidir… Evvelim babamın vefatıdır, onun bu dünyadan koptuğu gün çıktım yola, bulmak istediğim şey ise saf huzurdu sadece. Katıksız, sınırsız bir huzur. Sırf bu huzura kavuşmak için dağlar, yollar aştım. Göğsüme göğsüme vuran kızgın rüzgarlara, tek bir gölgeliğe rast gelemeden başımın tepesinde bana sabır çektiren arsız güneş ışığına direndim. Sırf bu huzur için insanlardan koptum, sırf mutlu olayım diye… Ama sonra… Sonra mutluluğun -daha doğrusu mutluluk getirecek olan sevginin- yalnızlıkla bulunamayacağına inandırdım kendimi ama bunu herkes gibi yapmadım. Millet gibi ruh eşimi, öteki yarımı aramadım, bilakis kendimi aradım ben, kendimi! Aynadaki aksimi, durgun bir suyun yüzeyinde oluşan izdüşümümü, insanların yüzüme baktığında gördüğünü değil, sadece ruhumun görebileceği o “ben”i aradım ben, evvelimi aradım. İşte o “ben”, o evvelim Merve’nin ta kendisiydi. Efsanevi aşklara, aşıklara öykünmedim ben. Onlardan biri olayım diye onun peşine düşmedim. Saçlarını okşamak değil, saçlarının şuh dalgalarında boğulmak istedim ben. Sevginin kendisi olduğu için değil, şu dünyada sevgi diye bildiğim şeyin en nadide kaynağı olduğu için ereğim oldu o benim. O yüzden yürümekten hiç yüksünmedim, nefes almaktan hiç yorulmadım, ölüm korkusu hiç titretmedi beni. Çıktığım tüm yokuşların bir inişi vardı çünkü, yoksa da olacaktı. Yaşamaktan hiç korkmadım, sevgi bir okyanustu zira, hayatta kalmak için yüzmeyi değil, sevmeyi bilmek gerekirdi.

“O zaman ispatla bana bunu, yoldaş!”
“İspatlamak mı? Nasıl?”
“Kapa gözlerini.” Dediğini yaptım.
“Şimdi sevdiğin kızları gözünün önüne getir.”

Şaşırdım. “Hepsini mi?”
“Evet, hepsini.”

Hmm, Füsun… Kumral bukleleri çiçekli bir yaz elbisesiyle tamamlanmış, ılık meltemlerle bir oraya bir buraya salınıyor… Nadide… Bele oturan, üç düğmeli lacivert bir ceket ve kalem etekten mürekkep döpiyesiyle bir dairede veznedar… Zehra… Çerçevesi köşeli, ipli bir gözlük ve boynunda alaca renkli, ipek bir fular…  Merve… Peki ya Merve?


“Ne oldu? Monşer, iyi misin?”
“Ben… Merve’yi hayal edemiyorum! Gözlerimi kapadığımda gözümün önüne gelmiyor!”
“Ne? Gözümün önüne gelmiyor da ne demek?”
“Gelmiyor işte, basbayağı gelmiyor!”

Gülümsedi. “O zaman beni dinle, yoldaş. Bir zamanlar, herhalde seksen filandı, İstanbul’da bir konferansa katılmıştım. O zamanlar yazarlık filan hep umut işi, işin iç yüzünü görememişim daha. Hevesli hevesli yazacak bir şeyler bulma umuduyla o toplantı senin, bu dinleti benim dolanıyorum. İşte öyle bir dönemimde bahsettiğim bu konferansa katıldım. Eyüp’te Bilmem Ne Derneği’nin çatı katında neredeyse ışıksız bir toplantı salonundaydı. Katılanları bir görsen, hep kalburüstü alimler; Schopenhauer’i, La Rochefoucalt’yu yalamış yutmuş insanlar. Aralarına karıştım, arka sıralara doğru seğirttim. Konuşmacı ak saçlı, tıknaz, sakalsız bir araştırmacıydı. Fransızdı. Nüktedanlığı ve senli benliliği meşhurdu. Gençliğinde gazetelerde çalışmış ve Paul Valery, Romain Rolland gibi meşhur ediplerle röportajlar yapmıştı. Neyse uzatmayayım, bahsettiği konu aşk ve bilinçaltı arasındaki ilişkiydi. Parizyen beyefendiler gibi rahat bir şekilde şöyle dedi, “Efendiler. Biliniz ki aşk ve bilinçaltı arasındaki ilişki sanıldığı kadar yüzeysel değildir. Hayattaki her şey gibi, aşk da bir fotoğraf karesi -veya kareleri- şeklinde zihinde depolanır ve gerektiğine bu bilgiler çağrılır. Aşkta ise durum hayattan biraz değişiktir. Şöyle ki, kişi aşık olduğu kişiyi düşünmeye başlayınca onunla ilgili olaylar ve anektodlar aklına gelir ama sevdiği bu kişinin yüzünü göz önüne getirme konusunda zorluk yaşar. Çünkü ona ait en güzel anıları kişinin gözünün önüne getiren zihin, sevilen kişinin fotoğrafları arasında hangisinin en güzel olduğuna karar veremez, zira o fotoğrafların hepsi çok güzel ve özeldir. Bu sebeple kişi, gerçekten sevdiği birinin yüzünü gözünün önüne getiremez.”

“Yani?”
“Yani sen Merve’yi gerçekten seviyormuşsun be Yoldaş! Ben inandım valla!”
“İnandın inanmasına da, baksana, kaybettim onu! Nerede olduğunu bile bilmiyorum!”

Murad’ın yüzünde tatlı bir tebessüm oluştu o anda. “Ben biliyorum” dedi. “Birkaç gün evvel, Hızarcılar Ovası’ndaki bir merada bir kadınla tanıştım. Senden birkaç yaş gençti, saçlarının dalgaları için için parlıyordu ve yemyeşil gözleri insanda mutluluk uyandırıyordu. Tanıştık. Bana senin anlattığına benzer bir şeyler anlattı. Köylerine gelen bir öğretmenin oğluna tutulduğunu, yıllar geçmesine karşın onu unutamadığını söyledi. Amcaları da –yaşı geldi diye- malca zengin bir hırboyla evlendirecek diye evden kaçtığını ve onu bulmak için yollara düştüğünü anlattı. Üzüldüm haline lakin umudunu kaybetmeden yoluna devam etmesi mutlu etti beni. Sonra da seninle karşılaştık ve senin anlattıkların… Babam köyde öğretmendi dedin, onu kendi kendine oynarken gördüm dedin, giderken elime tutuşturduğu yazmayı hala saklıyorum dedin…

Heyecanlanmıştım. “Murad? Neler diyorsun sen…”
“Daha önce söylemedim, önce sevginden emin olmak istedim ve sanırım artık eminim. Koş Yoldaş! Merve Hızarcılar Ovası’nda Çayıralan taraflarında bir avcı kulübesinde. Oraya gideceğini söylemişti. Oradan gitmeden yetiş ona! Çabuk Yoldaş, çabuk!”

Oradan nasıl kalktığımı, pılımı pırtımı bile almadan, yalın ayak başı kabak Hızarcılar tarafına giden yola doğru nasıl koştuğumu hatırlamıyorum. Aklım ondaydı, göz açıp kapayıncaya kadar yanında olacaktım.

Gözlerimi kapadım.
Ve Murad’ın arkamdan şöyle bağırdığını duydum, “Bol şanslar, Maruf Efendi!”   
   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder