15 Temmuz 2013 Pazartesi

Yol Hikayeleri : Gözlerimi Kapadığımda

29 Kasım, 95'

Gözlerimi açtım…

Çırılçıplak dalların kıvrımları arasından gördüğüm kadarıyla gökyüzü de tıpkı bizim gibi yeni yeni uyanıyordu güne, o iç karartıcı gri rengi de dünden mirastı besbelli. Güneş dediğimiz bedava ısıtıcı ise birbirine geçmiş koyu bulut kümelerinin ardına saklanmıştı ve o gün kendini göstermeye hiç de hevesli değildi anlaşılan.  Bunu anlarım, Kasım sonudur, göçmen kuşlar ortadan kaybolmuştur; yamaç dibindeki kulübelerin bacalarından çıkan duman daha bir koyu renk almıştır, biz yürüdükçe sırtımıza sırtımıza vuran mevsim rüzgarı artık daha bir üşütür olmuştur, boyları bir kulaç bile olmayan meyve çalılıkları rüzgarla bir ayrı hışırdamaya başlamıştır vesaire vesaire… Peki, benim içimde neden sonbahar hüküm sürüyor? Neden tüm yaşama sevincim sararıp düşmüş yere? Neden yüzüm bulutlanmış ve karanlık? Neden talihim yer yer sağanak yağışlı?

Yola çıktığımızdan beri ara ara çaktırmadan Murad’a bakıyorum. Adam çoğu insanın yapamayacağı, göğüs geremeyeceği şeylere katlanmış; yeri gelmiş kaderin acımasız tekmelerine, sinkaflı küfürlerine maruz kalmış ama yine de gülümsüyor; tutunacağı bir dal yokken bile yıkılmıyor, kalemini oynatarak kendine tutunmak için yeni, sık dallı, gür yapraklı bir ağaç çiziyor. Peki ben? Her seferinde tekrar başa dönüyorum.

“Senin sorunun… Nasıl desem… Aslında senin sorunun Merve’nin ta kendisi…”
“Merve mi? Ne diyorsun sen Murad? Merve neden benim sorunum olsun?”
“Kızma Yoldaş, senin iyiliğine konuşuyorum. O zaman söyle hadi, sen Merve’yi neden arıyorsun? Hadi söyle bana!”
“Ben… Ben onu seviyorum da ondan, başka neden olacak? Hem, ne saçmalıyorsun sen? Ona kavuşmaktan başka derdim mi var benim?”
“Yoldaş, anlaşılan sen izanını da kaybetmişsin. Yolların tozu seni hasta etmiş. Diyorsun ki bilmem kaç yıl önce, hele de çocuk yaşta tanıştık. Sonra Baba Bey’in tayini çıkınca gitmek zorunda kaldık, o beni bekleyecek, ben de geri döneceğim… Uyanın monşer! O kadar sene içinde hem sen hem de o, hiç kimseye meyletmediniz mi sanki?”

Düşündüm… Zehra, Füsun, Nadide… Epey vardı. “Meylettiysek ne olmuş ki birader! Neticede nihai yolumuzu bulmuşsak, yol üzerindekilerin ne önemi kalır?”

Parmağını sağa sola salladı, “Hayır hayır! Bu başka bir şeyin işareti. Dedin ki “mektuplaşıyorduk”, dedin ki “son mektubuma cevap gelmedi”, sonra da diyorsun ki “onu bulmak için yollara düştüm”. O zaman Merve senin ulaşmak istediğin bir emelden başka bir şey değil. Bir durak gibi düşün veyahut sıcak bir öğle üzerinde altına sığınabileceğin beyaz renkli bir tente. Hayır hayır, senin bahsettiğin şey aşktan ziyade çaresizliğe benziyor, monşer! O zaman bana şunu söyle, yollara ne zaman düştün? Onu aramaya ne zaman başladın?”

Başlangıçlar…

Kimi zaman ucu bucağı belirsiz bir zaman düğümünde ipin ucunu aramak demektir bu. Kimi zaman havasız, loş bir salonun izbe bir köşesinde, tavandaki isli camdan yere yansıyan ölgün bir ışık hüzmesine bakarak çıkış kapısını bulmaya çalışmak gibidir… Evvelim babamın vefatıdır, onun bu dünyadan koptuğu gün çıktım yola, bulmak istediğim şey ise saf huzurdu sadece. Katıksız, sınırsız bir huzur. Sırf bu huzura kavuşmak için dağlar, yollar aştım. Göğsüme göğsüme vuran kızgın rüzgarlara, tek bir gölgeliğe rast gelemeden başımın tepesinde bana sabır çektiren arsız güneş ışığına direndim. Sırf bu huzur için insanlardan koptum, sırf mutlu olayım diye… Ama sonra… Sonra mutluluğun -daha doğrusu mutluluk getirecek olan sevginin- yalnızlıkla bulunamayacağına inandırdım kendimi ama bunu herkes gibi yapmadım. Millet gibi ruh eşimi, öteki yarımı aramadım, bilakis kendimi aradım ben, kendimi! Aynadaki aksimi, durgun bir suyun yüzeyinde oluşan izdüşümümü, insanların yüzüme baktığında gördüğünü değil, sadece ruhumun görebileceği o “ben”i aradım ben, evvelimi aradım. İşte o “ben”, o evvelim Merve’nin ta kendisiydi. Efsanevi aşklara, aşıklara öykünmedim ben. Onlardan biri olayım diye onun peşine düşmedim. Saçlarını okşamak değil, saçlarının şuh dalgalarında boğulmak istedim ben. Sevginin kendisi olduğu için değil, şu dünyada sevgi diye bildiğim şeyin en nadide kaynağı olduğu için ereğim oldu o benim. O yüzden yürümekten hiç yüksünmedim, nefes almaktan hiç yorulmadım, ölüm korkusu hiç titretmedi beni. Çıktığım tüm yokuşların bir inişi vardı çünkü, yoksa da olacaktı. Yaşamaktan hiç korkmadım, sevgi bir okyanustu zira, hayatta kalmak için yüzmeyi değil, sevmeyi bilmek gerekirdi.

“O zaman ispatla bana bunu, yoldaş!”
“İspatlamak mı? Nasıl?”
“Kapa gözlerini.” Dediğini yaptım.
“Şimdi sevdiğin kızları gözünün önüne getir.”

Şaşırdım. “Hepsini mi?”
“Evet, hepsini.”

Hmm, Füsun… Kumral bukleleri çiçekli bir yaz elbisesiyle tamamlanmış, ılık meltemlerle bir oraya bir buraya salınıyor… Nadide… Bele oturan, üç düğmeli lacivert bir ceket ve kalem etekten mürekkep döpiyesiyle bir dairede veznedar… Zehra… Çerçevesi köşeli, ipli bir gözlük ve boynunda alaca renkli, ipek bir fular…  Merve… Peki ya Merve?


“Ne oldu? Monşer, iyi misin?”
“Ben… Merve’yi hayal edemiyorum! Gözlerimi kapadığımda gözümün önüne gelmiyor!”
“Ne? Gözümün önüne gelmiyor da ne demek?”
“Gelmiyor işte, basbayağı gelmiyor!”

Gülümsedi. “O zaman beni dinle, yoldaş. Bir zamanlar, herhalde seksen filandı, İstanbul’da bir konferansa katılmıştım. O zamanlar yazarlık filan hep umut işi, işin iç yüzünü görememişim daha. Hevesli hevesli yazacak bir şeyler bulma umuduyla o toplantı senin, bu dinleti benim dolanıyorum. İşte öyle bir dönemimde bahsettiğim bu konferansa katıldım. Eyüp’te Bilmem Ne Derneği’nin çatı katında neredeyse ışıksız bir toplantı salonundaydı. Katılanları bir görsen, hep kalburüstü alimler; Schopenhauer’i, La Rochefoucalt’yu yalamış yutmuş insanlar. Aralarına karıştım, arka sıralara doğru seğirttim. Konuşmacı ak saçlı, tıknaz, sakalsız bir araştırmacıydı. Fransızdı. Nüktedanlığı ve senli benliliği meşhurdu. Gençliğinde gazetelerde çalışmış ve Paul Valery, Romain Rolland gibi meşhur ediplerle röportajlar yapmıştı. Neyse uzatmayayım, bahsettiği konu aşk ve bilinçaltı arasındaki ilişkiydi. Parizyen beyefendiler gibi rahat bir şekilde şöyle dedi, “Efendiler. Biliniz ki aşk ve bilinçaltı arasındaki ilişki sanıldığı kadar yüzeysel değildir. Hayattaki her şey gibi, aşk da bir fotoğraf karesi -veya kareleri- şeklinde zihinde depolanır ve gerektiğine bu bilgiler çağrılır. Aşkta ise durum hayattan biraz değişiktir. Şöyle ki, kişi aşık olduğu kişiyi düşünmeye başlayınca onunla ilgili olaylar ve anektodlar aklına gelir ama sevdiği bu kişinin yüzünü göz önüne getirme konusunda zorluk yaşar. Çünkü ona ait en güzel anıları kişinin gözünün önüne getiren zihin, sevilen kişinin fotoğrafları arasında hangisinin en güzel olduğuna karar veremez, zira o fotoğrafların hepsi çok güzel ve özeldir. Bu sebeple kişi, gerçekten sevdiği birinin yüzünü gözünün önüne getiremez.”

“Yani?”
“Yani sen Merve’yi gerçekten seviyormuşsun be Yoldaş! Ben inandım valla!”
“İnandın inanmasına da, baksana, kaybettim onu! Nerede olduğunu bile bilmiyorum!”

Murad’ın yüzünde tatlı bir tebessüm oluştu o anda. “Ben biliyorum” dedi. “Birkaç gün evvel, Hızarcılar Ovası’ndaki bir merada bir kadınla tanıştım. Senden birkaç yaş gençti, saçlarının dalgaları için için parlıyordu ve yemyeşil gözleri insanda mutluluk uyandırıyordu. Tanıştık. Bana senin anlattığına benzer bir şeyler anlattı. Köylerine gelen bir öğretmenin oğluna tutulduğunu, yıllar geçmesine karşın onu unutamadığını söyledi. Amcaları da –yaşı geldi diye- malca zengin bir hırboyla evlendirecek diye evden kaçtığını ve onu bulmak için yollara düştüğünü anlattı. Üzüldüm haline lakin umudunu kaybetmeden yoluna devam etmesi mutlu etti beni. Sonra da seninle karşılaştık ve senin anlattıkların… Babam köyde öğretmendi dedin, onu kendi kendine oynarken gördüm dedin, giderken elime tutuşturduğu yazmayı hala saklıyorum dedin…

Heyecanlanmıştım. “Murad? Neler diyorsun sen…”
“Daha önce söylemedim, önce sevginden emin olmak istedim ve sanırım artık eminim. Koş Yoldaş! Merve Hızarcılar Ovası’nda Çayıralan taraflarında bir avcı kulübesinde. Oraya gideceğini söylemişti. Oradan gitmeden yetiş ona! Çabuk Yoldaş, çabuk!”

Oradan nasıl kalktığımı, pılımı pırtımı bile almadan, yalın ayak başı kabak Hızarcılar tarafına giden yola doğru nasıl koştuğumu hatırlamıyorum. Aklım ondaydı, göz açıp kapayıncaya kadar yanında olacaktım.

Gözlerimi kapadım.
Ve Murad’ın arkamdan şöyle bağırdığını duydum, “Bol şanslar, Maruf Efendi!”   
   

20 Nisan 2013 Cumartesi

Yol Hikayeleri : Maruf


28 Kasım, 95'

Kış yaklaşıyor…

Başımın üstünde avare avare ilerleyen bulut kümesi gri ve kekremsi bir küf dumanı gibi sarıyor dört bir yanımı. Arada bir esen hafif rüzgarları saymazsam havada ağır bir sessizlik ve kasvet var, hissediyorum. Koyu ve devinimsiz bir göğün altındayım ve bu küf bulutları her an ağlayacakmış gibi kafamın üzerinde nereye gidersem benimle geliyor. Sonra, arada hafif titreme nöbetleri hasıl oluyor bende. İsteksizlik, ölgünlük, yorgunluk desen gırla. Bunları geçtim, saçlarımı sağa sola savuran hafif bir rüzgar çıktığında dahi yüzüm -özellikle dudaklarım- pütür pütür oluyor, derim pul pul dökülecek diye korktuğumdan kaşıyamıyorum bile.

Bugün keyifsizim, galiba doğa da benimle aynı fikirde. Aralık ayı şöyle böyle kapıya dayanınca, ilkbaharın gelişiyle kabuğuna sığmayan o coşkun ruhumu neden bir huzursuzluk kaplıyor ki sanki! İlkbaharda yeşilin en canlı tonlarında, esen rüzgarla birlikte sağa sola salınan ve yaz mevsiminin kurutucu sıcağı altında oturaklı, tok bir sarıya bürünen o otlar, kış kapıya dayanınca neden iç karartıcı bir kahverengiye dönüyor? Doğa neye, kime küsüyor? Yoksa bunlar geçip giden sıcak, tatlı günlerin matemi mi? Çiçekler nereye saklanmış? Peki toprak neden kokusuz?


Dört yanı büyüklü küçüklü tepelerle çevrili, neredeyse yayvan bir çanağı andıran bu geniş vadinin ücra bir köşesinde, seher vakti geldiğinde üzerinde belli belirsiz çiy tanelerinin biriktiği ıtırlı ot ve çalıların arasında, az ötedeki büyücek çam ağacının ölgün –ama bol yapraklı- dallarından devşirerek yaptığım gelişigüzel bir döşekte uyandım güne. Dediğim gibi, karanlık ve kasvetli bir gündü, günlerden neydi bilmiyorum. Üzerimdeki ağırlığı birazcık olsun atmak için bir iki kere gerindikten sonra, kahvaltı niyetine çantamda kalan birkaç elmayı kemirerek güne başladım. İşte o andan beri durmaksızın ama keyifsiz bir şekilde yürüyordum. Galiba günbatımındaki yamacın ardında olduğu söylenen şu kara meşe korusuna doğru seğirtiyordum, sebebi de geçenlerde Karatepeli bir arkadaşımın bana bu civarlardaki bir vahadan bahsetmesiydi. Şaka değil, bahsettiğim yerde kara meşe ve köknar ağaçlarıyla çevrili, şırıl şırıl akan bir ırmağın mahir bir rakkase misali kıvrılarak yanından geçtiği cennetvari bir kuytuluk olduğunu anlatmıştı bana. Öyle ki, arkadaşım “Muhakkak o ırmağın suyundan iç Safa! Pek uğurludur orası, kimisi mübarek olduğunu bile söyler! Suyu da öyle tatlı ki maşallah! İçmeye doyamazsın, azizim!” diye burayı bana yarım saat methedip durmuştu, sonra da bu gizemli kuytuluğun yerini tarif etmişti. Ben de bu arı güzelliğin peşinde, üç günlük dünyadan çaldığım bu tek günde, bir şekilde hak ettiğime inandığım huzurlu anların peşindeydim.

Bu hislerle yamacı aştım ve uzakta, sapsarı araziye saklanmış silik bir karaltı halindeki huş ve meşe korusunu gördüm. Hakikaten görülmeye değerdi doğrusu. Bu sapa ve verimsiz arazinin ortasında, bu ağaçlar gelip geçen gezgin takımı durup biraz dinlensin, kana kana suyunu içtikten sonra biraz nefeslensin, ağzına bir iki lokma bir şeyler atsın diye düşünülüp dikilmişti sanki. Gerçi çamlar dışında hepsi yapraklarını dökmüştü ama ırmağın buraya kadar gelen sesi, çam dallarının rüzgarla birlikte hafif hafif hışırdayışı, bu ağaçların dibinde oturup keyfince şekerleme yapan için ne büyük nimet olsa gerekti!

Uzatmayayım, bu hevesle yamacı indim, birazdan kana kana içeceğim suyun lezzetini hayal ederek koruluğa yaklaştım ve bir kenarı ırmağın sularıyla ıslanmış ve çimlenmiş, büyücek bir kayanın dibinde O’nu gördüm.

Emir Murad’dı bu, hani şu az bilinen ama iyi yazan yeraltı romancılarından biri. Görünüşe göre benden birkaç gün önce gelmiş ve vakit kaybetmeden kayanın hemen ardındaki çam ağacının dibine küf renginde, kamuflaj desenine benzeyen uyduruk bir bezden yapılma ufak bir çadır kurmuştu. Şimdi de kayanın dibine bağdaş kurmuş; elindeki kütüphane kitaplarına benzeyen, kalın ciltli kırmızı kitabı okuyordu. Çaktırmadan yaklaşayım dedim ama neredeyse “tırpan görmüş” diyebileceğim kadar iyi biçilmiş, sapsarı otlar yüzünden bunu yapamadım.

“Emir Murad!”

Kafasını kaldırdı ve bu uçsuz bucaksız diyarda iki laf edilebilecek eski bir arkadaşa rastlamanın sevinci ve şaşkınlığıyla yüzüne tatlı bir gülümseme takındı.

“Vay yoldaş! Hoş geldin azizim!”
“Hoşbulduk Emir Murad! Seninle burada karşılaşmak ne güzel şey böyle!”

Biraz oturup konuştuk, ondan bundan bahsettik. Murad eski arkadaşımdı, kendisiyle Doğancılar’daki Hüdavendigar Çarşısı’nın içinde kimi zaman kitap almaya, kimi zamansa öyle havadan sudan sohbet etmeye gittiğim bir sahafta tanışmıştık. Kendisine ayrılmış sallanan bir masanın başına oturmuş, masaya yığılı kitapların arasında, birilerini bekliyor gibi, öylece kapıdan gelip geçenleri seyrediyor, dükkandan içeri girmeye teşne ayak seslerine kulak kabartıyordu. Öğrendim ki bu zat-ı muhterem bir kalem erbabıydı ve bugün de imza günü düzenlemişti lakin hem mekana hem de gelenlerin seyrekliğine bakılırsa çok tutulan bir yazar değildi. Dükkanın sahibi Reşat Amca “Sabahtan beri üç kişi geldi” diyordu, bu adam adına üzülüyordu besbelli. “Söz sanatı desen ustasıdır, nüktedanlık desen alası var ama bir türlü şansı yaver gitmedi” Gitmezdi tabi, zira Murad köpek gibi toplumun peşi sıra seğirterek eyyamcılık yapmıyor, bilakis “yazar toplumu yönlendiren, en önde giden kişidir” düsturuyla çalışmalarını sürdürüyordu, bu da onun göz ardı edilmesine sebebiyet veriyordu ne yazık ki…

O gün tanıştık ve çok iyi iki arkadaş olduk Murad’la. Tıpkı onun gibi, ben de toplumun meftun olduğu değerleri hiçe sayıyorum, onların değerli addettiği para, makam gibi hususları reddediyorum diye bana “Yoldaş” adını takmıştı. Ne zaman birbirimizi bir yerlerde görsek, şapkasını çıkararak içten bir selam verir ve eğer ikimiz de müsaitsek oturup sohbet ederdik. Güzel günlerdi.

“Eee, ne yapıyorsun, ne arıyorsun buralarda? Beş yıl oldu herhalde görüşmeyeli!”
“Yollardayız be Murad! Yaşayıp gidiyoruz işte! Sen nasılsın, neler yapıyorsun? Onları boşver, burada ne arıyorsun?”
“Huzur be Yoldaş, sadece huzur… Huzur vermediler İstanbul’larda… Yoksullaştırdılar, ötekileştirdiler, yok saydılar. Ben de yok olayım dedim, elimi eteğimi çektim oralardan. Ayaklar da bizi buralara getirdi işte… Yeni kitabımı da böyle yollarda, bayırlarda yazıyorum. Herhalde yönümüz de Amasya olacak gibi… Bakalım…”

Bunları anlatırken yuvarlak camlı gözlüklerin ardına saklanan o bakışların buğulandığını, dalıp gittiğini sezdim. Kaskatı kesilmiş o yüz rengini kaybetmiş, baş eğilmiş, sonra da gözlükler çıkarılmıştı. Kolay değildi yaşadıkları. Ciğeri beş para etmeyecek, muhtemelen bir paragraf dahi yazı yazamayacak editör bozuntuları roman taslaklarını elinde evirip çeviriyor ve geri veriyordu, kimisi de “Bu aralar …. tarzı romanlar tutuyor, öyle bir şey yazsanıza azizim!” diyerek kendince akıl veriyordu. En kötüsü de “Biz bu hikayeyi alalım, C…’nin kitabına koyalım. On baskı yaparsa iki bini cebinde bil!” tarzı ahlaksız tekliflerdi. Sözümona bu hikayeyi alacaklar, o yeteneksiz yazmış gibi bahsi geçen değersiz ve bayağılık kokan -ama ne hikmetse en az beş baskı yapacak olan- kitabına koyacaklar, bundan da Murad’a pay vereceklerdi. Bu tarz muamelelerden bıkıp usanan Murad için çok fazla çıkış yolu yoktu ne yazık ki…

Bunları düşünürken, havayı dağıtmak ister gibi birden kafasını kaldırdı, yüzüne zoraki bir gülümseme takındı ve –sözümona- merakla sordu, “Eee, seni ne getirdi buralara Yoldaş! Anlat bakalım!”

Derin bir nefes aldım ve ona Yol’umu, Sıla’mı, Merve’mi, onu bulma çabamı, onsuzluğumu anlattım. Anlattıkça kayboldum, kayboldukça derinlere daldım. Rüzgar sustu, ırmağın şırıltıları duyulmaz oldu, adımlarım belleğimden silindi. Yalnızlaştım, uzaklaştım, nefesim seyrekleşti.

“Yoldaş! Yoldaş!! İyi misin?”
“… Ne? İyiyim, iyiyim… Bir şeyim yok… Bana bakma sen…”
“Nasıl bakmam be Yoldaş! Sen aradığım o adamsın işte! Maruf’sun sen! Maruf!”
“Nasıl? Ne Maruf’u?”
“Maruf, basbayağı Maruf işte!”


“Herkesin bildiği, namlı” manasına gelen “Maruf”, Murad’ın ses getireceğine inandığı yeni romanının adıydı ve Meşrutiyet döneminin namlı çapkınlarından İbrahim Maruf Bey’in hayatını anlatıyordu. Bir nevi “Araba Sevdası” diye nitelendirdiği bu kitapta çapkınlığı herkesçe bilinen ve havai, hoppa olarak anılan İbrahim Maruf Bey Moda İskelesi’nde gördüğü gizemli bir kıza abayı yakar. Kız ise kendi halinde, -hile hurda bilmediği için- kıt kanaat geçinen bir kaymakamın kızıdır. İbrahim Maruf Bey vakit geçirmeden validesi Hafize Hanım’ı kaymakamlık konağına görücü gönderir lakin Kaymakam Hasan Fehmi Bey kızını namlı bir çapkına vermek istemez. İbrahim Maruf Bey’in paşa torunu olması ve validesi Hafize Hanım’ın soyunun baba tarafından saraya dayanmasına karşın Kaymakam Bey ikna olmaz ve bu izdivacın kabil olmayacağını söyler. Bu son sözüdür ve Kaymakam’ın Arnavut inadı da meşhurdur. Ailesi “Başka gelin bakalım” diye İbrahim Maruf Bey’i ikna etmeye çalışır ama boşunadır. Maruf Bey meftun olmuştur, yataklara düşmüştür. Torununa pek düşkün olan ve inat etme konusunda Kaymakam Bey’den aşağı kalmayan Bahriye Nazırı Ahmet Mithat Paşa, Kaymakam’ın bu inadına sinirlenir ve onu vilayetten vilayete sürdürür. Oradan oraya sürüklenen Kaymakam Bey “Nuh” der de “Peygamber” demez… Peki Beyzade İbrahim Maruf bu durumda ne yapacaktır? Sevdiği, meftunu olduğu kızın peşinden diyar diyar sürüklenecektir…


“Amma da yaptın ha! Çapkın mıyım ben? Nerede gördün bir kadına yan gözle baktığımı?”
“Yanlış anladın be Yoldaş! Merve dedin ya, onun peşinde diyar diyar geziyorum dedin, ben ondan dedim ‘Sen Maruf’sun’ diye! Yoksa vallahi demezdim!”

Haklıydı aslında, Maruf bendim. Tıpkı Maruf Bey gibi ben de neyim var, neyim yok geride bırakıp sonunu bile bilmediğim bir hikayenin trajik kahramanı olma yolunda ilerlemiyor muydum sanki? Son nefesinde “Doğru bildiğin yoldan şaşma, evladım” demişti babam. Doğru yol neydi peki? Merve’ye giden yol mu, yoksa… Merve’ye gitmeyen yol yoktu…

“Haydi, çok düşünme bunları! Bak, çam iğnesi çayı yaptım, sen seversin!” Bunu derken de sağdan soldan bulup çadırın dibine yığdığı kuru dallardan birkaçını sönmeye yüz tutmuş ateşe atıyordu. “Eee, anlat bakalım nerede bulacaksın sen bu Merve’yi? Senin hikayen nasıl sona erecek? Allah vere de Maruf Bey’inki gibi bitmese…”

Ateşin üstüne gelişigüzel asılmış kara demliğin ucundan hoş kokulu bir buhar çıkıyordu. Burnuma çiçek kokuları geldi o anda… Aklıma da sen… Benim hikayem nasıl bitecekti peki? Çok düşünmedim bunu.

Vuslatsa vuslat, hasretse hasret…

9 Nisan 2013 Salı

Yol Hikayeleri : Yol


26 Kasım, 95'

Yol uzun…

Önümde ufka doğru uzanan bu kavisli patikada aldığım her nefes, verdiğim her çaba aslında tek bir amaca erişmek için… Merve elbette. Şu hayatta gizeme sahip her bir detay sanki onun varlığını perçinlemek için Yaradan tarafından bilerek müphem bırakılmış gibi… Eşsiz nur parelerinden vücut bulmuş, sıradan olmayan bir ruh ve ben, bu ruhun peşindeki mecnun, yahut meczup, her neysem işte… Attığım her adımda içimde yeni bir sürgün veren, sevgiye teşne bir mutluluk yudumu gibi… Öyle bir kaplıyor ki dört yanımı, bazen olduğum yerde apansız kalıyor ve istemsizce kafamı kaldırıp bulutları seyrediyorum. “Bazen” diyorum, “Ya yolun sonunda O yoksa?” Bu soruyu cevaplamaya gücüm yok, keza isteğim de. Çünkü elindeki peynir parçasını tereddütsüz ikiye bölüp, büyük parçayı bana uzatan kanaatkar çobanın parlayan gözlerinde; küçücük mutfağından getirdiği çinko tası ağzına kadar taze yoğurtla doldurup bana uzatan yaşlı ninenin tatlı gülümseyişinde; ayağında potin, çarık hiçbir şey olmadan, sırf okumak için dağ bayır aşan uçuk mavi önlüklü, yanık tenli çocukların mini mini adımlarında hep aynı şeyi görüyorum… Umut… Seher vaktinde gelip, tarlaya serili yoncaları öğle sıcağı bastırmadan toplayabilmek için dur durak bilmeden çalışan çiftçinin alın teri; toza una bulanıp, üç gün kaşınmasına rağmen işini gülümseyerek, ihlasla yapan değirmencinin şen yüzü ve Merve’nin gözlerimde uçuşan eşsiz silueti yalan söylüyor olamaz, öyle değil mi?

Yol nihayetsiz…

Sonsuz kıvrımlarla dağlara doğru gidiyor yol… Griden sarıya dek değişen, taşlı ve tozlu bir gökkuşağı gibi… Çocukken Avrupalardan, Frenk diyarından hediye gelen resimli ansiklopedilerin birinde gördüğüm o debdebeli gökkuşağını andırıyor sanki. Dünyanın beline takılmış düz, deliksiz ve nihayetsiz bir kemer gibi hayal ederdim onu… Dünya da fikrimce tombul yanaklı, koca göbekli, sevimli bir ihtiyarcıktı. Hiç unutmam, Nadir Amcam anlatırdı; eskiden gökkuşaklarının bittiği yerlerde tıpkı dünya gibi koca göbekli, saçı sakalına karışmış, yemyeşil kıyafetli cüceler olurmuş, Leprikon derlermiş bunlara. Bu minik adamların küfe küfe, sandık sandık altını varmış ve gökkuşağı kaybolmadan sonuna yetişebilenler bu altınların sahibi olurmuş. Çocukken böyle şeyler dinleyince heyecanlanırdım, öyle bir heyecandı ki bu, ne zaman gök grileşip yere üç beş yağmur damlası düşse “Gökkuşağı çıksın, n’olur Allahım!” diye dua eder, gökkuşağı şöyle böyle çıkınca da üstüme başıma bakmadan koyu sarı buğday tarlaları boyunca yüzüm kızarana dek koşardım. Gökkuşağının sonu hiç gelmezdi sanki, ucu bucağı yok gibi görünürdü ama ben yine de koşardım… Umut işte… Altın bulma umudu değil de, sonsuzluğun sonuna erişme umudu belki de… Sonsuz ışığa, sonsuz sevgiye, sonsuz mutluluğa erişme umudu… Bu umudun peşinde küçücük bir kalple, çocuksu bir heyecanla, yorulmak nedir bilmeden atılan bu adımlar yalan söylüyor olamaz, öyle değil mi?   

26 Mart 2013 Salı

Yol Hikayeleri : Safa ile Merve


21 Kasım, 95'

Ben bunları düşünüp, kendimce işe yarar cevaplar ararken uzaklardan eski püskü, gaz tenekesini andıran, bordo bir Anadol’un geldiğini gördüm. Arabada amortisör namına pek bir şey olmadığındandır herhalde, engebeli yolda hoplaya zıplaya, ağır ağır geliyordu. Hani at gitmek istemez ama sahibinin kırbaç darbelerinden yılıp istemeye istemeye koşar ya, aynı şekilde şoför de arabayı zorluyor gibiydi. O arabanın da canı olsa kesin böyle söylerdi kanımca.

Araba biraz yaklaşınca oturduğum yerden doğruldum ve beni görsün diye elimi kolumu sallamaya başladım. Güzeltepe tarafına çıkıyorsa beni de alırdı, yarenlik ederdik. Benim kafamdan bunlar geçerken, mevzubahis araba inceleyebileceğim kadar yaklaştı ve bana aklıma gelen şeylerin ne kadar doğru olduğunu gösterdi. Araba dökülüyordu, büyük ihtimal hurdalıktı. Kapıları, tamponu, kaportası çamur içindeydi. Daha önce bu tür taşlı topraklı yolları yıllar boyunca arşınladığı anlaşılıyordu. İhtimal bu arabanın bilmem kaçıncı sahibi olan şoför şehir şehir gezen bir mümessil yahut çok konuşan, bekar bir sigortacı veyahut güç bela denkleştirdiği üç kuruşuyla ayağını yerden kesmeye teşne, kendi halinde bir beyefendicikti. Belki de bu Anadol’un sahibi kıymet bilir bir adamdı, belki ona babasından kalmıştı da zavallıyı ıskartaya çıkarmaya gönlü vefa etmemiş, “böyle zorlu yolculuklarda tırıs tırıs giderim, biznillah varacağım yere varırım” diyerekten arabayı sahiplenmişti. Hani “Merso dediğin de dört teker, bir direksiyon değil mi gözüm?” diye çıkışan, ayağı yerden kesmenin araç sahibi olmak için yettiğine inananlardandı belki de.

Her neyse, ben böyle arabayı süzerken şoför usulca direksiyonu benden tarafa kırdı ve yavaşladı, yanıma gelince de tamamen durdu. Yan koltuğa eğilip cam kolunu çevirdi, çevirdi, çevirdi ve kirden görünmeyen o cam birbirimizi duyabileceğimiz kadar açıldığında, beklemeden lafa girdim:

“Selamun aleyküm, Bey Abi!”
“Ve aleyküm selam, delikanlı! Nereye böyle?”
“Güzeltepe tarafına Abi, sen ne yöne?”
“He, demek sen de Çeçeva’ya, öyle mi? Atla hele sen!”
“Hay yaşa!”


“Hayrola? Bizim oraların insanına da pek benzemiyon, delikanlı. Ne yapacan Çeçeva’da?”
“Öyle çıktık be Abi… Eskiden orada otururduk biz, babam öğretmendi.”
“Öğretmen mi? De bakalım hele babanın ismini sen bana. Ben yirmi yıl kaldım Çeçeva’da.”
“Naci, Naci Demirci. Muallim Naci derlerdi babama. 77 senesinde gelmiştik.”
“Naci… Naci… Naci… Bilemedim, kardeş. 77’de ben askerken kır saçlı, sert bakışlı bir öğretmen geldi dedilerdi ama…”
“Heh, işte o Naci benim babam!”
“Eee, sen o kadar zamandan sonra ne yapacan Çeçeva’da?”
“Öyle be Abi…”

Bordo Anadol’un sahibi kırklı yaşlarında, çiçek bozuğu suratlı, içten bir adamdı. Üzerinde kolları düzgünce kıvrılmış, buruşuk, mavi bir gömlek ve kahverengi kadifeden, bol bir pantolon vardı. Tıraşsızdı, hafif kırlaşmış bıyığı ve iki üç günlük bir sakalı vardı. Bu sakalı da hani şu filmlerde gördüğüm türden kalın, siyah çerçeveli bir gözlük tamamlıyordu. Gözlük burnunun ucunda duruyordu, arada dönüp bir şey soracağı zaman başını hafifçe yukarı kaldırıp, bana gözlüğünden bakmaya çalışıyordu. Sordum, tapu kadastroda memur olduğunu, fırsat bulduğunda da hafta sonları köyüne geldiğini söyledi. “Arada Hopa’ya da gidiyoruz tabi ama bu sefer durum başka, hayırlı bir iş kısmetse.”

“Hayırlı iş? Evlilik mi?”
“İnşallah… Bize nasip olmadı ama işte, yeğenimizin düğünü var bugün. Gerçi demin yağdı biraz ama bizim girişin oraya geçeriz, üstü kapalı nasılsa.”
“Hayırlı olsun Abi… Kız mı alıyorsunuz yoksa kız mı veriyorsunuz?”
“Veriyoruz kısmetse, ablamın kızını Muhtar Alaattin Amca’nın torununa veriyoruz. Gerçi bizim kız ufak ama oğlan tez elden görücü göndermiş. Trabzon’larda okumuş oğlan, boş değil yani. Mühendis çıkmış. İki ay önce karayollarına girdi dedilerdi. İçkisi, kumarı da yok. Eli yüzü de düzgün sayılır. E daha ne olsun, değil mi ya?”
“Hayırlı olsun Abi… Bir yastıkta kocasınlar inşallah…”
“Bizim kız da okumuş, mürekkep yalamış. Cam önünde dizini kırıp koca bekleyen ev kızlarından sanma sakın. Bu görücü işi çıkmasaydı üniversiteye de gönderecektik ama olmadı. Lise bitti bitmedi, eve gelip gidenler arttı. Dediler kız pek hamarat, pek güzel. Evlilik çağı da geldi. Münasipse bizim oğlana, yeğene, bilmem neyimizin oğluna alalım diye. Eniştemle ablam da baktılar bunların sonu yok, kızın gönlü hangisindeyse ona verelim dediler. Sonra bu muhtarın torunu görücü göndermiş, ablam da Merve’yle konuşmuş, kız bir şey demeden başını eğmiş, utanmış. Bizim buralarda kızlar “Evet” demez delikanlı, işte böyle, terbiyeyle başlarını eğerler. İşte istemeydi, filandı derken düğün günü geldi hayırlısıyla. Biz de yollara düştük. Eee, söyle bakalım, sende durum nedir delikanlı? Var mı böyle şeyler sende de? Delikanlı? Delikanlı!”

Merve…

Demek evlenecek yaşa da geldin, prenses… O ağacın altında dertsiz, tasasız, hayatın binbir rengiyle dolu minik kızın kalbini tatlı mutluluklarla doldurmak isteyen talipler var demek… Aşktan devşirilmiş binbir sevgi paresiyle atan o müstesna kalp, demek sevdiklerini güzel yarınlara gark edecekmiş… Müptezel bir ömür, onun dokunuşuyla refaha erecekmiş…

Mektuplaşırdık ara sıra… Güzel şeyler yazardı, güzel ama kısa şeyler. “İyiyim, sağlığım yerinde. Babam şehirdeki okula yazdıracakmış beni, amcamlarda kalacakmışım. Babam ‘öğretmen çıksın kızım’ diyor, başka da bir şey demiyor, annemse ‘hemşire olsun’ derdinde… Ne yapmalı, bilmem ki Safa…” Bu mektuplardan haftada bir kez ulaşırdı elime, bazen üç günde bir geldiği de olurdu. Öyle tatlı, öyle munis bir heyecandı ki bu… Hemen, daha o akşam kağıt kaleme sarılır, kırk beş kağıdı boşa harcadıktan sonra, en nihayetinde kırk altıncısında anlatmak istediklerimi anlatmış olur ve gün ışır ışımaz postaneye koşarak cevabımı gönderirdim. Sonra mektuplar iki haftada bir gelir oldu, sonra ayda bir, “Herhalde dersleri yoğun, yoksa kesin daha erken gönderirdi” diye kendimi teskin ettim bir süre. Sonra… Sonra hiç gelmez oldu o mektuplar… “Unuttu herhalde” dedim. “Herhalde gönlünü çelen biri oldu…” Demin yazdığım o mektup, bana gönderdiği son mektuptu. Bir daha kendisinden haber alamadım…


“Delikanlı?”
“… Evet Abi?”
“Delikanlı iyice misin? Bak şu derede yüzünü bir yıkayalım istersen.”
“Yok Abi, iyiyim ben, iyiyim. Ne zaman varacağız?”
“Az kaldı, birazdan sapağa varırız. Sen de hele, neden böyle dalıp gittin?”
“Bilmem… Yorgunum, ondandır zahir.”

Anadol, taşlı çakıllı yolda sendeleye sendeleye yol alıyordu. Kayganlaşan ve yağmurun kuru toprağı çamura çevirdiği yol sapağa yaklaştıkça yumuşak bir kavis alıyor, araba döndükçe dikiz aynasına asılı mavi yeşil tespih bir oraya, bir buraya sallanıyordu. Çıkan hafif rüzgar, arabanın muhtelif yerlerindeki delik ve dökükler yüzünden içeri doluyor, beni üşütüyordu. Arada bana baktığını hissediyordum, sus pus oturduğumuzda çaktırmadan bana bakıyor, herhalde kir pas içindeki kıyafetlerime bakıyordu. Hissediyordum, için için sormak istiyordu aslında; ne iş yaptığımı, neden böyle pejmürde bir kılıkta olduğumu merak ediyordu. Çok dayanamadı zaten, ağzından üzeri kapalı, sorgular cümleler döküldü.

“Sen ne iş yapıyorsun, delikanlı? Öğrenciye filan benzediğin de yok, saçın sakalın almış gitmiş.”
“Şey… gezginim ben… Geziyorum… Öyle yani.”
“Ne güzel… Özendim valla… Bizim köyde biri daha vardı böyle, kız başına dağ bayır demeden gezip dururdu. Babası öğretmen olsun isterdi ama olamadı. Şehre okumaya gönderdiler, geri geldi. Evlendirelim dediler, istemedi. Çok taliplisi çıktı ama hiçbirini kabul etmedi. Öylece kapının önünde bekledi, durdu. Birini bekliyor dediler, beklediği gelince onunla evlenecekmiş dediler, öyle öyle yıllar geçti... Sonra duyduk ki o da senin gibi diyar diyar geziyormuş. Tosya’dan mektup yollamış bir keresinde, sonra Sivrihisar’dan, sonra Bilecik’ten... Şimdi nerede bilinmez...”
“Adı neymiş Abi bu kızın, tanıdıktır belki”
“Mustafa Amca’nın torunu, Merve...”

O an yüzümde oluşan tebessümü anlatmama gerek yok herhalde... Evlenen kızın değil de yaşamını beni bulmaya hasreden o vefakar kızın aradığım Merve olması o kadar güzel bir şeydi ki... Dört başı mamur bir kader yazılmıştı bize. Ben “Başkasını sevmiş” diye kederimden kendimi yollara vurmuştum, O da “Artık beni sevmiyor” diye düşünüp yollara düşmüştü. Sonunda birbirimizi bulma ümidiyle dağlar, yollar aşmış; envai çeşit hayata müdahil olmuş, bir daha görmeyeceğimize kani olduğumuz düzlüklerde “sıla” bellediğimiz o noktaya, “kızıl elmamıza” doğru sabırlı ve umutlu adımlar atmıştık... Safa ile Merve’ydik biz. Hiç ayrılmayacak ama hiç de kavuşamayacak iki aşık, tek bir aşktık...

“Abi kenarda dur! N’olursun!”
“E, Çeçeva?”
“Sıla Çeçeva değil artık Abi, sıla yollar... Vuslat yolun sonunda, yol kenarında değil... Haydi selametle!”

Vuslat sonsuz bir yolun sonundaydı... Yürüyecektim, ayaklarım kanayana kadar yürüyecektim. O ise ellerini uzatmış, yolun sonunda beni bekliyor olacaktı...


13 Mart 2013 Çarşamba

Yol Hikayeleri : Mazi


21 Kasım, 95’

Bazen, tıpkı şimdi olduğu gibi, bildiğim her şeyi bir kenara koyar ve düşünmeye çalışırım. Doğduğum günden bu yana, bu yabanıl hayatın bağrında, modern insan safsatasının uğruna başka insanlar olmayı dahi göze aldığı bunca şeye neden tamah edemediğimi; neden böyle umarsız, özgür tabiatlı olduğumu, alnıma düşen kırışık saçlarım, hırpani giysilerim, kısaca pejmürde kılığımla oradan oraya neden sürüklendiğimi sorarım kendime. Kimi zaman ciddi ciddi düşünesim gelir bunları, ağaç diplerinden topladığım ot çöple yaktığım ateşin başında, ucuna binbir zahmetle, beni doyurmayacağı gayet aşikar bir balık taktığım o ince ağaç dalını tutarken, birden gözümü dolunaya çevirir ve uzun bir süre bunları düşünürüm. Elektrik? İşte gündüz vakti tepemde bekleyip, nereye gidersem gelen bir Güneş’im var, orada, uzaklarda. Her gün, sadece göz çukurlarımı bırakıp, yüzümün geri kalan her yerini yakıcı bir kırmızılıkla kaplıyor, günün neredeyse yarısında da benimle. “E diğer yarısı?” diye sorarsınız şimdi siz, günün geri kalanında da Ay yardımcı oluyor bana. Yalnızlığıma yoldaş, e bakarsanız onca şarkıya da ilham olmuş bir ışık aynası neticede. Gördüğünüz gibi günümün tamamı ışıklı, aydınlık. Peki ya siz? Geçen yıl, Mecidiyeköy’ün göbeğinde, dokuz saat boyunca elektriksiz oturmuş aileler bilirim. Sözde medeniyetin göbeğinde yaşarlar ama elektrik olmayınca annesini kaybetmiş ördekler gibi çaresiz kalırlar, ne vahim!

Bitmedi daha, sıcak duş diyecek olursan, memleketimin bütün kaplıcaları benim. Saç kurutma makinası dersen, yakıp kül eden, sam yeli misali esip, estikçe kurutan yaz rüzgarlarım var. Taşıt desen ayaklarım, ayakların yorulursa da kimi zaman memleketimin uçsuz bucaksız yollarında aheste aheste ilerleyen yük kamyonlarının kasaları var. Onlar da olmazsa iyi huylu, dervişane kalenderliğiyle hayatını sürdüren çoban kardeşin boz eşeği, o da olmazsa tarlasından yorgun argın gelen köylü amcamın saman kırıntılarıyla kaplı römorku var. Yatacak olsam bütün çayırlar benim, acıksam bütün meyveler benim. Susadım desem ırmaklar, yoruldum desem ağaç altları benim. Peki sen, modern insan bozuntusu; senin yaşamak için neyin var? Ben söyleyeyim, bir kuru canın var, o da hayallerinle sana dayatılanlar arasına sıkışmış, öylece zaman öldürüyor!

...

Gezmek, yolları aşmak, hiç geriye bakmamak... Geri dönebileceğin bir sıla dahi yokken, böyle yola revan olmak kimin haddine düşmüş ki zavallı Safa’nın kaderi olsun? Hayatında kalıcı diyebileceğin hiçbir şeyin olmaması; kimi zaman, özellikle de soğuk bir coğrafyada, ateşsiz kalıp tir tir titrerken hayal edebileceğin, sıcak bir yuvaya sahip olmamak nasıl anlatılabilir? Şöyle bir bakınca, “Babam yüzünden” diyesim geliyor, evet “Babam yüzünden!” Şimdinin idealizmini o zamanlar bayrak gibi elinde sallayan babam, Muallim Naci Bey, kendi deyimiyle “Maarif Vekaleti’nin önde gelen neferlerinden biri olarak, terakki uğruna” o diyar senin, bu diyar benim gezmiş, zavallı anneciğim Nevriye Hanım’ı ve beni peşinde dolaştırmıştı. Öylece yıllar, yıllar geçmişti...

Babam, Mudanya eşrafından Demircizade Hacı Hüsrev Efendi’nin dört çocuğundan en küçüğü olarak, kendi tabiriyle “Teşrinisani ayının ilk günlerinde, sabaha karşı” doğmuş. Hacı Hüsrev Bey’in, babamın doğduğu gün koca koca kazanlarla tüm kasabaya yemek dağıttığı söylenir. Üç kızdan sonra gelen erkek evlat kıymete binmiş haliyle, kasıla kasıla gülerek “büyüyecek, adam olacak da devlet kapılarında iş tutacak” diye yeni doğan oğluyla övünmüş, durmuş. Oğlan büyüyene kadar ne istediyse yapmış, hiçbir masraftan kaçınmamış. Diğer üç kızını tek göz odada yatırmış da biricik oğluna ceviz ağacından beşik, dolaplar, oyuncaklar yaptırmış, onun mutluluğu için dünya para sarf etmiş. Pervane olmuş oğlunun etrafında. Hayal ettiği evladı yetiştirmek için didinmiş, durmuş.

Böyle böyle zaman geçmiş, Naci büyümüş ve meraklı mı meraklı bir çocuk olmuş ve –yaşıtlarının aksine- kitaplara meyletmiş. Kitaptı, mecmuaydı, artık eline ne geçerse elinde evirip çeviriyor, sağına soluna bakıyor, okumaya çalışıyormuş. Şehre giden eş dosttan resimli kitaplar istiyor, bu istedikleri gelince de gün boyu başlarından ayrılmıyormuş. “Küçüğün istidadı var” demişler. “Herhalde okuyup büyük adam olacak.” Gel zaman git zaman, yaş yirmilere gelince şehirdeki liseden mezun olup memleketine dönmüş, “El öpmeye geldim” diyip eşikten içeri girmiş. Kasabanın ileri gelenleri hoşgeldin etmişler, “hayırlı olsun”lar dilenmiş, “Eh artık Naci oğlumuz devlete kapılansın, katip olsun. Pek yerinde olur” minvalinde öğütler dile gelmeye başlamış. “Olmaz” demiş babam, “Ben muallim olup devlete hayırlı hasenatlı insanlar yetiştirmek isterim.” Ne desen boş, inatçı mı inatçı. Dediğinden de dönmüyor hergele... Dört aya kalmadan Merzifon’a bağlı, küçük bir köy okulunda muallimliğe başlamış. Başlamış başlamasına da rahat durur mı bizimki! Basmış gene birilerinin kuyruğuna, yalandı riyaydı bilmez ya, kendini de ezdirmeye yanaşmamış. Önce “Sen şu işten hele biraz uzak duruver Muallim Bey” demişler, ne münasebet! Sonra “Muallim Bey, karışma bize” olmuş o. Yöre halkının, tüyü bitmemiş sabi sübyanın hakkıyla hukukuyla oynatmamış Naci Bey. Tehdit de para etmeyince rica minnet, vilayetteki “Maarif Müdürü’ne” çıkılmış, ağızlar bükülmüş. Ona buna biraz para yedirilmiş, böylece Muallim Naci Bey’e de yol görünmüş. Aşağı yukarı her nahiyede, her kasabada bu böyle olmuş. Kasabanın ileri gelenleriyle sürtüşmüş, yeri gelmiş tartışmış. Gözüpekmiş ama bildiğinden şaşmaz mizacı yüzünden onunla anlaşmak da zormuş. Zaten bu yüzden gezmediğimiz yer kalmadı şu koca Anadolu’da... Sürüklenmiş, sonra evlenmiş, sonra da ben... Hayatı hep mücadeleyle, hep inatla, özveriyle geçmiş. Bu özverili hayattaki biricik yoldaşı, anneciğim vefat ettikten sonra da kabuğuna çekilmiş, Mudanya’sına dönmüş... Öldüğü günden beri görmedim onu, toprağı bol olsun.

O gün işte bunları düşünerek yemyeşil bir dağ yamacında, envai çeşit yabani otun arasında  ilerliyordum. Bir elimde Karaburun’da rastladığım bir çobandan aldığım altı yanık bir mısır bazlaması, diğer elimde de Terme-Çarşamba yolunu aşmak için bindiğim kamyonetin kasasında bulduğum, meşe ağacından yontulmuş, güzelce bir asa vardı. Bayır aşağı inmek lazımdı, zira bir saat kadar önce rastladığım bir ormancıdan yukarı taraflarda yol olmadığını, yamaçtan toprak yola inmem gerektiğini öğrenmiştim. Herhalde oradan at arabası dahi olsa, mutlaka bir taşıt geçerdi. O cihetle temkinli bir şekilde, acele etmeden inmeye başlamıştım lakin hesap edemediğim, on dakikalık bir mevsim yağmuru toprağı cıvıklaştırmış, inişimi güçleştirmişti. 

Ne kadar sürdü bilmem ama nihayet çakıllı bir keçi yolunu andıran bu toprak yola indim. Yolun öte tarafında sakin bir dere akıyordu. Beklemeden karşı tarafa geçtim ve çamura bulanan paçalarımı güzelce temizledim. Planım buradan geçecek bir araçla Güzeltepe’ye gitmek, biraz maziyi yad etmekti. Aslında gittiğim yerlere bir daha gitmek adetim değildir, çünkü yıllar yılı içinizde bir yerlerde unuttuğunuz o aidiyet duygusunu alevlendirir. Enikonu kalmak istersiniz, kalmak ve kök salmak... Avarelikten kurtulup diğerlerinin arasına karışmak, yok olmak... Ama bu başka, bambaşka bir şeydi. Aidiyet değil de vefa borcu gibi bir şeydi.

Madem defterimizin bu yapraklarını düşünmeye ayırmıştık, o zaman bu konuya da bir çözüm bulmamız lazımdı. Beni bu çakıllı, eğimli keçi yoluna sokan; Kızılbayır’dan ta buralara kadar getiren neydi? Gidilecek onca köy ve kasaba varken neden Güzeltepe’ye gelmiştim? Bunun cevabı da mazide gizliydi, ey güzel defterim! Mazimin en derinlerinde gizliydi!

77 yılının yaz mevsimiydi, yedi yaşında filandım işte. Gazyağı kokan, köhne bir arabanın içinde henüz bilmediğim bir yere doğru gidiyorduk. Araba çakıllı toprak yolda sarsıla sarsıla ilerliyordu, her sarsıntıda yağmur yemiş, lekeli camlar alabildiğine titriyordu. Virajlarda hafif eğiliyor, kabağa kaçmış tekerleklerden bir iki çakıl parçası çamurluğa çarpıyor, yol düzelince de aynı sarsıntı nihayetsiz devam ediyordu. Annem telaşlıydı, “Acaba bu sefer nasıl bir yere düştük? Sen yüzümüze gül Yarabbi!” diye söyleniyordu. Babamsa şoför mahalinin yanına oturmuş, elindeki kehribar tesbihi şakırdatıp duruyordu. Sinirliyken veyahut endişeliyken yapardı bunu. O tesbihi parmaklarının arasında şakırdatıp durur, yorulunca öbür eline alır, oynamaya devam ederdi. Annemin söylenmelerini duyup arada kafasını çevirip baktı, o bakışı annem de ben de iyi tanırdık.

İşte yine düşmüştük yollara, zira babam Hopa’daki görevinden de azledilmişti. Nahiyedeki muhtar şişine şişine yolculamıştı bizi, eee neticede kendisine ayak bağı olan birinden kurtulmuştu. Otomobilin arka camından bu pek az sevdiğim nahiyeye veda ederken onun o tıraşsız yüzünü, yağlı kasketini görmüştüm. Gevrek gevrek gülüyordu biz giderken.

Bir süre sonra, dar bir sapaktan sağa döndük ve sağ solu çaylıklarla kaplı, eğimli ve ensiz bir yolda ilerlemeye başladık. Çok geçmeden de aşı boyalı, tek katlı, doğramaları eskimiş, neredeyse bakımsız denecek, eski bir yapının önüne geldik ve yavaşladık. Kerpiç gibi bir şeydi bu yapı, demir filan kullanıldığı yoktu. Önünde avluya benzeyen küçük bir alan ve gelişigüzel konmuş, biraz da yıpranmış üç beş masa vardı. Araba durunca sakalı bıyığına karışmış, sofu bir amcanın bizi kapıda beklediğini gördüm. Sade görünüşlü bir adamdı. Üzerinde kahverengi tonlarında, eski bir oduncu gömleği vardı, üzerine de enine çizgili, düğmesiz, gri bir hırka geçirmişti. Bizi görünce hemen kafasındaki kasketi çıkardı ve “Hoşgelmişsiniz” dedi. İçeri buyur etti. Yürümeye başlayınca sağ ayağının hafif aksadığını gördüm. Zorluk çekiyor olmalydı.

Çok oturmadık orada. Zaten babam bu tür hususlarda pek fazla konuşmazdı. Önce köydeki eğitim olanaklarından bahsedilirdi, ihtimal köyde okul niyetine kümesten bozma, bakımsız bir yapı olurdu. Babam da onu adam edinceye kadar idareten bir yerlerde dersini yapardı. Burada da mesele buydu anlaşılan, zira Muhtar olduğunu öğrendiğim bu adam süklüm püklüm oturuyor, utanıp sıkılıyordu. “El birliğiyle hallederiz Muallim Bey, sen canını sıkma” minvalinden laflarla biten okul bahsinden sonra, Muhtar ne kadar yemek yedirmek için ısrar ettiyse de babam kabul etmedi. “Hele şu okulu bir görelim de, ondan sonra” diye geçiştirdi. Sonra da kalkıp yola koyulduk.

Çok geçmedi, metruk bir yapının önünde durduk. “Okul budur, Muallim Bey” dedi Muhtar. Karşımızda duran yapı barakadan halliceydi, ihtimal kerpiçtendi. Çoktandır girilmediği, girmeyi bırakın, bakım onarım görmediği belli oluyordu. Dış cephede boya neredeyse yok gibi bir şeydi. Camların çoğu kırıktı, sağlam olan bir kaç tanesi de kire, pasa bulanmıştı. Pencereler deseniz, bunlara pencere demeye bin şahit isterdi Bakımsızlıktan ve yağmur çamurdan ötürü yer yer çatlamış ve biçimsizleşmişti. Kapıyı biraz kanırtıp içeri girince durum daha da vahimleşti. Yapının içi karanlık ve tozluydu, burası sağa ve sola açılan iki koridordan mürekkep, basık, tek katlı bir harabeydi. Duvarların sıvası döküleli baya olmuştu herhalde. İçerinin havası da epey rutubetliydi. Yerde kırık şişe parçaları, buruş buruş edilmiş gazete kağıtları, yenip atılmış çerez kabukları ve sayısız sigara izmariti göze çarpıyordu. İhtimal köyün gençleri burada pervasızca içki içiyor, sigaralarını tüttürüyor ve keyif çatıyorlardı. Annem elimden tutup beni dışarı çıkardı. O arada kırık camların birinden babamı gördüm, iki elini beline koymuş, “İşimiz var Muhtar” diyordu, “Burada epey işimiz var!”

Muhtarın yerine döndükten sonra canım biraz yürümek istedi, annem başlarda istemedi ama inat edince ve Muhtar da “Merak etmeyin, Yenge Hanım, buralarda hiçbir şeycik olmaz. Salın gitsin” diyince istemeye istemeye razı oldu, “Çok geç kalma ama, tamam mı yavrucuğum?” dedi, gülerek başımı salladım. Ellerim cebimde, sol tarafımdaki çaylıklara uzanan o dar yola doğru seğirttim. Bu kısa yürüyüş bana uzun yıllar unutamayacağım, güzel bir hatıra hediye edecekti. Öyle bir hatıraydı ki bu, biz giderken bana uzattığı o kırmızı yazma hiçbir zaman yanımdan ayrılmayacaktı.

Yerler hafif çamurdu ama aldırmıyordum. Buralar öyle güzeldi ki... O yaşımda dahi doğanın koynundan ayrılmadığımı, bundan mutlu olduğumu, bu mutluluğun ilelebet sürmesini dilediğimi hatırlıyorum. Şu uçsuz bucaksız çaylıklar, rengarenk kelebekler, üzerinde çiğ tanesi biriken otlar ve temiz hava... Yaşamak buydu işte.

Dar toprak yolda kendimce öyle ilerlerken, yol kenarında dallarında rengarenk kuşların ötüştüğü, herhalde sedir olacak, büyücek bir sedir ağacının dibinde gördüm onu. Minicikti. Beş yaşında ya vardı, ya yoktu. Kestane rengi saçları güzelce örülmüş, omzunun iki yanından dökülüyordu. Yüzü tertemiz, kıpkırmızı ve sağlıklıydı, tombul yanakları vardı, öyle de güzel gülüyordu ki... Üzerinde kırmızılı mavili, minik minik çiçek desenleri olan güzel mi güzel bir elbise vardı. Elbisenin üzerine de kolsuz, koyu krem, bol bir hırka giymişti. Herhalde daha önce -varsa- ablalarının giydiği bu hırka, ablalarından sonra bu minik prensese giydirilmişti. Baksanız sevilmeye doyulmayacak bir tatlılığı vardı ve işte burada, böylece oturmuş, kendi kendine oynuyordu. Çocuğum ya ben de, meraklanıp yanına gitmek istedim. Belki beraber oynardık.

Minik kız bir çeşit kukla oyunu oynuyordu. Gerçi kukla filan yoktu ortada, ellerini kukla niyetine kullanıyordu. Onları dizlerinin üzerine birer insan gibi koyuyor, kendince konuşturuyordu. Sessizce dinledim.

“Bana bak, Şeka. Ormana gidelim mi?”
“Olmaz Meka, sonra annemiz çok kızar.”
“Niye kızsınmış ki, hiç de kızmaz. Çok güzel orası. Belki yeni arkadaşlar görürüz, olmaz mı?”
“Olmaz Meka, sonra annemiz bizi bulamayınca üzülür.”

“Şeka doğru söylüyor” dedim, o anda birden irkilip bana baktı. Gülümsüyordum. “Meka neden ormana gitmek istiyor ki?” diye sordum, “Ya kaybolurlarsa?” Başını kaldırmadan, yarımağız cevap verdi, “Ama ben de gitmek istiyorum. Ben de gelirsem kaybolmazlar.” Sonra kafasını kaldırdı, “Senin adı ne?” diye sordu. “Safa” dedim. “Bugün geldik buraya. Peki senin adın ne?” “Merve” dedi. Gülümsedik.

Bu gülümseme yedi yıl sürdü, yedi koca yıl... Biz o minimini köyden gitmek zorunda kalana dek... Giderken “Seni bekleyeceğim” demişti, “Bir gün geri geleceksin nasılsa, öyle değil mi? Söylesene Safa, öyle değil mi?” Öyleydi... Öyleki yolum nereye düşse, tabelalarda hangi isimleri okusam aklımda bu civarlara gelip, o gülüşü yeniden görme ümidi vardı. Yoruldukça; ümidim, şevkim ve mutlu olma konusundaki inancım ve azmim azaldıkça gözlerimin önüne gelen bir hayal gibiydi sanki. Ne zaman bir yerlerde çöküp kalsam, ne zaman artık bir adım daha atamayacağımı düşünsem gözlerimin önüne gelir ve şöyle derdi; “Kalk, Safa... Yürü... Ayakların kanayana dek, adımların bitene dek yürü... Ben seni yolun sonunda bekliyor olacağım...” Sonra başından çıkardığı kırmızı yazmayı gülümseyerek bana uzatırdı, bense şaşkınlıktan tek laf edemezdim. O an tek düşündüğüm, düştüğüm yerden kalkmak ve güçsüzlüğüme inat, sağlam adımlarla ereğime doğru ilerlemeye devam etmek olurdu.

Kalk Safa... Şimdi yürüme vakti... O kadar yakınsın ki yolun sonuna... Kanayan ayaklarının, buz kesen parmaklarının feryatlarına dahi kulaklarını tıkadın. Ömür kavline uysun uymasın, ölüm gelip şöyle bir yokladığında dahi aklında bu toprak yola, bu son düzlüğe, bu son sırra kavuşmak vardı. Bu yüzden, karşısına çıktığında çektiğin çilelerden, hırpani giysilerinden utanma sakın. Ben giysileri son moda lakin ruhu lime lime olmuş ne insanlar gördüm... Korkma...

O hayalin dediği gibi yap, “Yürü... Ayakların kanayana dek yürü...”

Ayağa kalktım... Toprak yol nihayetsiz bir kader çizgisi gibi uzuyordu önümde. Sağım sarp bayır, solum sonsuz nehir, önümde ise boylu boyunca uzanmış, müstesna bir kader yolu... Asamı elime aldım ve tereddütsüz yürümeye başladım. Başımı kaldırdım o anda, yağmurdan sonra çıkan o gökkuşağı zihinimdeki ferah bir resim gibi hareketsiz, öylece duruyordu.

Bir çeşit esrime gibi bir şeydi bu, bir çeşit mutluluk sınavı gibi...

Başımıza gelecekleri ise ancak yaşayarak görebilecektik.