29 Kasım, 95'
Gözlerimi açtım…
Çırılçıplak dalların
kıvrımları arasından gördüğüm kadarıyla gökyüzü de tıpkı bizim gibi yeni yeni
uyanıyordu güne, o iç karartıcı gri rengi de dünden mirastı besbelli. Güneş
dediğimiz bedava ısıtıcı ise birbirine geçmiş koyu bulut kümelerinin ardına
saklanmıştı ve o gün kendini göstermeye hiç de hevesli değildi anlaşılan. Bunu anlarım, Kasım sonudur, göçmen kuşlar
ortadan kaybolmuştur; yamaç dibindeki kulübelerin bacalarından çıkan duman daha
bir koyu renk almıştır, biz yürüdükçe sırtımıza sırtımıza vuran mevsim rüzgarı
artık daha bir üşütür olmuştur, boyları bir kulaç bile olmayan meyve
çalılıkları rüzgarla bir ayrı hışırdamaya başlamıştır vesaire vesaire… Peki,
benim içimde neden sonbahar hüküm sürüyor? Neden tüm yaşama sevincim sararıp
düşmüş yere? Neden yüzüm bulutlanmış ve karanlık? Neden talihim yer yer sağanak
yağışlı?
Yola çıktığımızdan
beri ara ara çaktırmadan Murad’a bakıyorum. Adam çoğu insanın yapamayacağı,
göğüs geremeyeceği şeylere katlanmış; yeri gelmiş kaderin acımasız tekmelerine,
sinkaflı küfürlerine maruz kalmış ama yine de gülümsüyor; tutunacağı bir dal yokken
bile yıkılmıyor, kalemini oynatarak kendine tutunmak için yeni, sık dallı, gür
yapraklı bir ağaç çiziyor. Peki ben? Her seferinde tekrar başa dönüyorum.
“Senin sorunun… Nasıl
desem… Aslında senin sorunun Merve’nin ta kendisi…”
“Merve mi? Ne
diyorsun sen Murad? Merve neden benim sorunum olsun?”
“Kızma Yoldaş, senin
iyiliğine konuşuyorum. O zaman söyle hadi, sen Merve’yi neden arıyorsun? Hadi
söyle bana!”
“Ben… Ben onu
seviyorum da ondan, başka neden olacak? Hem, ne saçmalıyorsun sen? Ona
kavuşmaktan başka derdim mi var benim?”
“Yoldaş, anlaşılan
sen izanını da kaybetmişsin. Yolların tozu seni hasta etmiş. Diyorsun ki bilmem
kaç yıl önce, hele de çocuk yaşta tanıştık. Sonra Baba Bey’in tayini çıkınca
gitmek zorunda kaldık, o beni bekleyecek, ben de geri döneceğim… Uyanın monşer!
O kadar sene içinde hem sen hem de o, hiç kimseye meyletmediniz mi sanki?”
Düşündüm… Zehra, Füsun,
Nadide… Epey vardı. “Meylettiysek ne olmuş ki birader! Neticede nihai yolumuzu
bulmuşsak, yol üzerindekilerin ne önemi kalır?”
Parmağını sağa sola
salladı, “Hayır hayır! Bu başka bir şeyin işareti. Dedin ki “mektuplaşıyorduk”,
dedin ki “son mektubuma cevap gelmedi”, sonra da diyorsun ki “onu bulmak için
yollara düştüm”. O zaman Merve senin ulaşmak istediğin bir emelden başka bir
şey değil. Bir durak gibi düşün veyahut sıcak bir öğle üzerinde altına sığınabileceğin
beyaz renkli bir tente. Hayır hayır, senin bahsettiğin şey aşktan ziyade
çaresizliğe benziyor, monşer! O zaman bana şunu söyle, yollara ne zaman düştün?
Onu aramaya ne zaman başladın?”
Başlangıçlar…
Kimi zaman ucu bucağı
belirsiz bir zaman düğümünde ipin ucunu aramak demektir bu. Kimi zaman havasız,
loş bir salonun izbe bir köşesinde, tavandaki isli camdan yere yansıyan ölgün
bir ışık hüzmesine bakarak çıkış kapısını bulmaya çalışmak gibidir… Evvelim
babamın vefatıdır, onun bu dünyadan koptuğu gün çıktım yola, bulmak istediğim
şey ise saf huzurdu sadece. Katıksız, sınırsız bir huzur. Sırf bu huzura
kavuşmak için dağlar, yollar aştım. Göğsüme göğsüme vuran kızgın rüzgarlara,
tek bir gölgeliğe rast gelemeden başımın tepesinde bana sabır çektiren arsız güneş
ışığına direndim. Sırf bu huzur için insanlardan koptum, sırf mutlu olayım
diye… Ama sonra… Sonra mutluluğun -daha doğrusu mutluluk getirecek olan sevginin-
yalnızlıkla bulunamayacağına inandırdım kendimi ama bunu herkes gibi yapmadım.
Millet gibi ruh eşimi, öteki yarımı aramadım, bilakis kendimi aradım ben,
kendimi! Aynadaki aksimi, durgun bir suyun yüzeyinde oluşan izdüşümümü,
insanların yüzüme baktığında gördüğünü değil, sadece ruhumun görebileceği o
“ben”i aradım ben, evvelimi aradım. İşte o “ben”, o evvelim Merve’nin ta
kendisiydi. Efsanevi aşklara, aşıklara öykünmedim ben. Onlardan biri olayım
diye onun peşine düşmedim. Saçlarını okşamak değil, saçlarının şuh dalgalarında
boğulmak istedim ben. Sevginin kendisi olduğu için değil, şu dünyada sevgi diye
bildiğim şeyin en nadide kaynağı olduğu için ereğim oldu o benim. O yüzden
yürümekten hiç yüksünmedim, nefes almaktan hiç yorulmadım, ölüm korkusu hiç
titretmedi beni. Çıktığım tüm yokuşların bir inişi vardı çünkü, yoksa da
olacaktı. Yaşamaktan hiç korkmadım, sevgi bir okyanustu zira, hayatta kalmak
için yüzmeyi değil, sevmeyi bilmek gerekirdi.
“O zaman ispatla bana
bunu, yoldaş!”
“İspatlamak mı?
Nasıl?”
“Kapa gözlerini.”
Dediğini yaptım.
“Şimdi sevdiğin
kızları gözünün önüne getir.”
Şaşırdım. “Hepsini
mi?”
“Evet, hepsini.”
Hmm, Füsun… Kumral
bukleleri çiçekli bir yaz elbisesiyle tamamlanmış, ılık meltemlerle bir oraya
bir buraya salınıyor… Nadide… Bele oturan, üç düğmeli lacivert bir ceket ve
kalem etekten mürekkep döpiyesiyle bir dairede veznedar… Zehra… Çerçevesi
köşeli, ipli bir gözlük ve boynunda alaca renkli, ipek bir fular… Merve… Peki ya Merve?
…
“Ne oldu? Monşer, iyi
misin?”
“Ben… Merve’yi hayal
edemiyorum! Gözlerimi kapadığımda gözümün önüne gelmiyor!”
“Ne? Gözümün önüne
gelmiyor da ne demek?”
“Gelmiyor işte,
basbayağı gelmiyor!”
Gülümsedi. “O zaman
beni dinle, yoldaş. Bir zamanlar, herhalde seksen filandı, İstanbul’da bir
konferansa katılmıştım. O zamanlar yazarlık filan hep umut işi, işin iç yüzünü
görememişim daha. Hevesli hevesli yazacak bir şeyler bulma umuduyla o toplantı
senin, bu dinleti benim dolanıyorum. İşte öyle bir dönemimde bahsettiğim bu
konferansa katıldım. Eyüp’te Bilmem Ne Derneği’nin çatı katında neredeyse
ışıksız bir toplantı salonundaydı. Katılanları bir görsen, hep kalburüstü
alimler; Schopenhauer’i, La Rochefoucalt’yu yalamış yutmuş insanlar. Aralarına
karıştım, arka sıralara doğru seğirttim. Konuşmacı ak saçlı, tıknaz, sakalsız
bir araştırmacıydı. Fransızdı. Nüktedanlığı ve senli benliliği meşhurdu.
Gençliğinde gazetelerde çalışmış ve Paul Valery, Romain Rolland gibi meşhur ediplerle
röportajlar yapmıştı. Neyse uzatmayayım, bahsettiği konu aşk ve bilinçaltı
arasındaki ilişkiydi. Parizyen beyefendiler gibi rahat bir şekilde şöyle dedi,
“Efendiler. Biliniz ki aşk ve bilinçaltı arasındaki ilişki sanıldığı kadar
yüzeysel değildir. Hayattaki her şey gibi, aşk da bir fotoğraf karesi -veya
kareleri- şeklinde zihinde depolanır ve gerektiğine bu bilgiler çağrılır. Aşkta
ise durum hayattan biraz değişiktir. Şöyle ki, kişi aşık olduğu kişiyi
düşünmeye başlayınca onunla ilgili olaylar ve anektodlar aklına gelir ama
sevdiği bu kişinin yüzünü göz önüne getirme konusunda zorluk yaşar. Çünkü ona
ait en güzel anıları kişinin gözünün önüne getiren zihin, sevilen kişinin
fotoğrafları arasında hangisinin en güzel olduğuna karar veremez, zira o
fotoğrafların hepsi çok güzel ve özeldir. Bu sebeple kişi, gerçekten sevdiği
birinin yüzünü gözünün önüne getiremez.”
“Yani?”
“Yani sen Merve’yi
gerçekten seviyormuşsun be Yoldaş! Ben inandım valla!”
“İnandın inanmasına
da, baksana, kaybettim onu! Nerede olduğunu bile bilmiyorum!”
Murad’ın yüzünde
tatlı bir tebessüm oluştu o anda. “Ben biliyorum” dedi. “Birkaç gün evvel,
Hızarcılar Ovası’ndaki bir merada bir kadınla tanıştım. Senden birkaç yaş
gençti, saçlarının dalgaları için için parlıyordu ve yemyeşil gözleri insanda
mutluluk uyandırıyordu. Tanıştık. Bana senin anlattığına benzer bir şeyler
anlattı. Köylerine gelen bir öğretmenin oğluna tutulduğunu, yıllar geçmesine
karşın onu unutamadığını söyledi. Amcaları da –yaşı geldi diye- malca zengin
bir hırboyla evlendirecek diye evden kaçtığını ve onu bulmak için yollara
düştüğünü anlattı. Üzüldüm haline lakin umudunu kaybetmeden yoluna devam etmesi
mutlu etti beni. Sonra da seninle karşılaştık ve senin anlattıkların… Babam
köyde öğretmendi dedin, onu kendi kendine oynarken gördüm dedin, giderken elime
tutuşturduğu yazmayı hala saklıyorum dedin…
Heyecanlanmıştım.
“Murad? Neler diyorsun sen…”
“Daha önce
söylemedim, önce sevginden emin olmak istedim ve sanırım artık eminim. Koş
Yoldaş! Merve Hızarcılar Ovası’nda Çayıralan taraflarında bir avcı kulübesinde.
Oraya gideceğini söylemişti. Oradan gitmeden yetiş ona! Çabuk Yoldaş, çabuk!”
Oradan nasıl
kalktığımı, pılımı pırtımı bile almadan, yalın ayak başı kabak Hızarcılar
tarafına giden yola doğru nasıl koştuğumu hatırlamıyorum. Aklım ondaydı, göz
açıp kapayıncaya kadar yanında olacaktım.
Gözlerimi kapadım.
Ve Murad’ın arkamdan
şöyle bağırdığını duydum, “Bol şanslar, Maruf Efendi!”