9 Şubat 2013 Cumartesi

Yol Hikayeleri : Uyanış


16 Kasım, '95

“Kardeş!... Kardeş!”
Gülümsüyordum, o kadar güzeldin ki...
“Kardeş! İyi misin, kardeş? Nafiz kalk şu kapıyı aç, adam bir nefes alsın şöyle!”
...

“Ah... Nerde... Nerdeyim ben?”
“Sakin ol kardeş, seni Kuşluktepe’nin orada, arazide yatarken bulduk. Daha iyice misin?”
“Ben.. Ben iyiyim... Galiba...”

Benimle ilgilenen kirli sakallı, pos bıyıklı adam iyi olduğumu duyunca yüzüne samimi bir gülümseme takındı ve yanındaki uzun boylu, sıska adama -Nafiz’e- su getirmesini söyledi. “Getir Nafiz, getir. Al kardeş, su iç. İyi gelir.” Uzattığı ahşap bardağı aldım ve küçük yudumlarla, biraz da istemeye istemeye içip bitirdim.

“Hah şöyle! Biraz daha iyisin herhalde. Baksana renk geldi yüzüne. İlk bulduğumuzda bayağı telaşlandık, değil mi Nafiz?” Nafiz başını sallayarak onaylıyordu, bu arada adam son bir gayret uzattığım bardağı alıp kenara bir yerlere koydu. Herhalde iyice meraklanmış olacak ki gözlerimin içine bakıyordu, konuşmamı bekliyordu sanki, sonra da dayanamadı zaten. “Eee kardeş, kimsin, nesin, necisin, buralarda ne işin var?”

Hırıltılı bir iki nefesten sonra “Ben” dedim, “Ben... Safa... Gezginim...”
“Gezgin mi? İnsan ne diye gezer ki burada Salih Abi, rahat mı battı ki?”

O anda halim olsa biraz daha gülümserdim, Nafiz’in olaya bu denli safça yaklaşması -burada olumlu bir saflıktan söz ediyorum- o kadar tatlı gelmişti ki bana, takatim olsa “İlahi Nafiz” derdim, “Hiç öyle olur mu?” Beni duymuş gibi, öbür adam gülümseyerek “Nafiz, oğlum sanane. Adam ister burada gezer, isterse Fizan’da. Hele dur bi anlatsın!” dedi, bunları söylerken yüz çizgileri daralıp genişliyor, yüzünde tatlı bir gülümseme yayılıyordu.

“Ben... Şehrin gürültüsünden çok yorulmuştum ve... İşte... Doğada yaşamaya... karar verdim... Beş yıldır doğadayım... Yollarda... Orada burada...”
“Ben dedim sana Salih Abi, rahat batmış buna!” diye gülerek araya girdi Nafiz, bunu söylerken kuzineye birkaç iri odun atıyordu.
“Şehrin gürültüsünden bıkıp yazıya yabana mı çıktın sen şimdi, Safa Bey kardeşim? Doğru mu anladım?” “Öyle ya” dedim, “Şehirler yaşanır gibi değil artık...”

“İyi dedin, Safa Bey Abi, onu vallahi iyi dedin” dedi Nafiz, “Biz de arada sırada buralara geliriz, ciğerimizi temiz havayla doldururuz. Sonra bak, tam tepende dededen kalma av tüfeğimiz var, Salih Abi’yle gelir, buralarda avlanırız. Artık mevsimine göre bıldırcındır, üveyiktir, Allah ne verdiyse...” Salih de Nafiz’i başıyla onaylıyordu, “Yoksa halimiz duman! Bakma büyük şehir değil bizimki ama neylersin işte; babadan, dededen böyle görmüşüz. Tebdil-i mekanda hayır vardır derler ya, işte o hesap.. Bu arada Safa Bey kardeşim, çorbamız kaynadı. Nafiz yanına mısır da haşladı, biz mısırı epey severiz. Sonra dışarda ateşin üstünde bıldırcınımız var, ben ekmek de yaptım, kapaklıda pişiyor. Allah ne verdiyse yiyelim birlikte. Nafiz, oğlum koş bıldırcınları çevir, yanmasın!”

O akşam neşeyle yemeğimizi yedik, Nafiz ile Salih Abi o kadar güzel anlaşıyorlar, o kadar güzel hikayeler anlatıyorlardı ki... Gülüşmeler, şakalaşmalar gırla gitti. Öyle ki, şehirde öldürseniz yemeyeceğim o fazla pişmiş şehriye çorbası, taneleri dağılmış o mısırlar; Nafiz’in çevirmeyi unutup benimle sohbete dalmasından ötürü pişerken kurumuş bıldırcın eti ağzımda eşsiz bir tad bıraktı. Sonra kapaklıdan taze taze çıkan köy ekmeğinin kokusu, üzerinde eriyen tereyağın aroması, gerçekliği o kadar büyüledi ki beni, orada uzun süre kalmak istedim bir an. Gözlerim yaşardı, o kadar gerçekti ki her şey... O kadar samimiydi ki... Orada kalıp bu sonsuz yolculuğumda kısa bir mola vermek belki de iyi gelirdi. Kuzinenin üstünde yavaş yavaş demlenen çayın verdiği mutlulukla taçlanan, sonsuz bir huzur her yanımı sarardı... Kim bilir, belki sahiden de mutlu olurdum.

Aslında şu anda da çok mutluyum, ayağım sızlamıyor, pırıl pırıl bir sabaha uyandık, Nafiz bana matarasını hediye etti ve şimdi, eski moda bir pikap arabanın kasasında, alabildiğine taşlı ve tozlu bir yolda nahiyeye doğru ilerliyorum. Salih Abi nahiyede ayağıma bir baktırmam gerektiğini söyledi, sarmasına sarmış ama bir de nahiyedeki hekim baksınmış. İtiraz etmedim tabii, gülümseyerek başımı salladım.

Şu anda bu yazıya bir son verip ciğerlerimi toprak kokusuyla doldurmak istiyorum hiçbir şey düşünmesem diye geçiriyorum içimden... Gözlerim açıkken yabanın tozlu yollarındayım ama kapattığımda düz bir çimenliğe uzanmış, çağıldayan bir şelalenin eşsiz sesini dinliyorum sanki.

Bir sonraki günümün daha güzel olması dileğiyle gözlerimi kapatıyorum. Güneş vuruyor yüzüme, arada bir sarsılıyorum ama değer, mutluluğa doğru yol alıyoruz neticede.

Off be Salih Abi, yine mi kasise girdin?     

6 Şubat 2013 Çarşamba

Yol Hikayeleri : Susuzluk


15 Kasım, '95

Bu sabah, devasa kayalıkların çepeçevre sardığı, çevresi irili ufaklı mağaralarla kaplı, engebeli bir patikada ilerlemeye başladım. Düne göre hava biraz daha iyi ama yükte hafif, pahada ağır bir şeyin eksikliğini fazlasıyla hissediyorum. Ne mi? Su elbette. İki gün önce, geceyi tekinsiz bir mağara ağzında geçirdikten sonra sıkılıp yola koyulmanın iyi olacağını düşünmüştüm. Sonrasında, yola revan olmadan evvel yamaç dibinde sakin sakin akan çayda mataramı doldurmuştum, hatırladın mı? İşte o gün, mataram neredeyse yarı yarıya doluyken kayalıklarla kaplı bir yamaçtan inmeye çalışırken dikkatsizlik sonucu ayağım bir kayaya sıkıştı ve elimden fırlayan matara sivri uçlu bir kayaya çarpıp kırıldı, bütün su da kayaların dibindeki oyukların içine aktı. O yüzden bugün susuzum işte. Yürümekte olduğum bu patikaya bakınca da gözüm korkmuyor değil, alabildiğine uçsuz bucaksız, ufuk çizgisine kadar her yeri kaplıyor sanki. Ne sürülmüş tarlalar görüyorum ne de balta girmiş ufak çam korulukları. Her yer boş, çorak ve ıssız. Ayağım da biraz sızlıyor sanki. Belki de bu yüzden bedenim ayaklarıma ağır gelmeye başladı yavaş yavaş, tükeniyorum galiba. Umutsuzluk -galiba hedeflediğim noktaya varamayacak olmanın verdiği umutsuzluk- beni tüketmeye başladı. Bu tükenişi saymazsak, sırtımda buralara kadar getirdiğim çantanın içinde işe yarar pek bir şey de kalmadı zaten; koca çantada yarısı yenmiş bir paket bisküvi, Sabuncu mevkiinde rastladığım Taşköprülü çobandan aldığım bir parça kuru peynir, kav niyetine kullanırım diye bir ağacın üzerinden koparıp aldığım iri bir mantar ve evladiyelik ateş başlatıcımdan başka bir şey de yoktu aslında, bisküviyle kuru peyniri de dün gece yemiştim zaten. Yorgunluk, halsizlik, açlık ve susuzluk… Gerçi düşünürsek Yukarı Kavrun maceramda bile bu kadar çaresiz kalmamıştım ama her ne olursa olsun, başıma ne gelirse gelsin Doğa Ana bana kucak açacaktır, ona güvenim tam. Yoksa onun koynuna doğru yola çıkmaya kalkışmazdım.

Bu arada ne düşünüyorum, biliyor musun? Bence işi gücü bırakıp sen de buralara gelmeliydin. Ben düşünmesine düşünüyorum ama belki ben bu cümleleri kurmadan sen içimden geçenleri çoktan duymuş ve pılını pırtını evde bırakıp, tozlu çantanı sırtına takıp yola koyulmuşsundur... Eee, şehir hayatına atılalı en az beş sene oldu, beş senede doğayı epey ihmal etmişsindir. Şimdi ağaç diplerinde uyumak, olta başında beklemek, başın ağrıyınca ağrı kesici yerine söğüt yaprağı çiğnemek zor gelir sana. Sonra dağ başında rastladığın çobanın sana ikram edeceği çayın tadını da unutalı çok olmuştur. Sivrisinek bulutları, baykuş uğultusu, ateş başı sohbetleri... Sen bunları hepten unutmuşsundur... Bilmem, bir gün buralarda bir yerlerde karşılaşacağımızı düşünüyorum aslında. Belki biraz sonra ufukta belirecek çam koruluğunun tam ortasına dikilmiş derme çatma avcı kulübesine son takatimle girdiğimde seni ateşin başında ısınırken bulacağım. Sen o arada kulübede bulduğun undan ekmek yapacaksın, sonra da onu kemireceğiz birlikte... Ve sonrasında ikimiz de susayacağız... Off! İşte mesele yine susuzluğa geldi, hay aksi!

Biraz hayal kurarsam susuzluğum geçer belki dedim ama nerde! Dudaklarım kurudu, neredeyse birbirine yapışacak. Hayaller görmeye başlamam da yakındır. 

Tam bunları düşünürken ne oldu biliyor musun? Hava yavaş yavaş kasvetli, kirli beyaz bir renge büründü ve bir iki şiddetli gök gürültüsü sonrası gökyüzünden ufak yağmur damlaları düşmeye başladı. İnanamadım! Çantamı umarsızca yere attım, başımı göğe doğru çevirdim ve son gücümle ellerimi açarak yağmuru selamladım. Onu gönderene sonsuz teşekkürlerimi sundum. Gülümsüyordum, bağırıyordum, çılgınca hem de. Sonra dizlerimin üstüne düştüm, göğe doğru açtığım ellerimi yüzüme kavuşturdum. Gözlerimi kapadım ve yağmurun o ritmik sesini dinlemeye başladım. Sahir bir melodiydi sanki, kendimden geçtim.

...

Gözlerimi açtığımda bambaşka bir yerdeydim, kendimi de çok iyi hissediyordum. Ne yorgunluğum ne de susuzluğum kalmıştı. Kafamı kaldırıp baktığımda Aşağı Kavrun'da gördüğüm tek katlı dağ evlerine benzeyen, çam tomruklarından yapılmış büyücek bir kulübede olduğumu gördüm. Sade döşenmişti, kapıya yakın köşede, ortaya doğru dökme demirden bir kuzine konmuştu. Üzerinde de kapakları hafif açılmış iki kara tencere fokur fokur kaynıyordu, çocukken "çekmece" dediğim, kuzinenin ön tarafındaki kapaklı bölmede de sanırım hoş kokulu bir şey pişmekteydi.

Sonra sen girdin kapıdan içeri... Üzerime eğildin, başımı ellerinin arasına alıp ateşime baktın, gözlerime bakıyordun, gülümsüyordun... "Hoşgeldin" dedin, "Ben de sana ekmek pişirmiştim".

Gülümsüyordum... O kadar güzeldin ki...


3 Şubat 2013 Pazar

Yol Hikayeleri : Dağ


Uyan... 
Koynunda uyuduğun yabani fındık ağacının büyüklü küçüklü dallarından sızıp göz kapaklarına düşen o canım güneş ışığı için uyan... Kuşların usta birer sazende misali şakıdığı melodiler için, şırıl şırıl akıp ova boyunca kıvrılan, masmavi suyuyla yöredeki envai çeşit mahlukata can veren o ırmağın berrak sesi için... Binbir emekle yuvasına ulaşan salyangoz için, gürbüz bir ağacın ücra kovuklarından birinde açlıktan ötüp duran kırlangıç yavruları için, suyunu ürkek ürkek içip ova boyunca dört ayağı üzerinde sekerek rahat bir kuytuluk arayan o çizgili, narin ceylan için... Hepsini geçtim, seni doğanın koynunda bu ferah havasıyla canlandırıp hayatın o sonsuz tadını ruhuna zerk eden o güzelim Dağ için, dağımız için uyan...
Dağ, dört yanı mahrem kuytuluklar ve sarp yamaçlarla çevrili, üzerinde endemik kekik türlerinin, koyun kuzu kokusuna karışmış çiçek kokularının; çobanların kavalından çıkan ve hayvanların boyunlarına gelişigüzel asılan o kocaman çanların da ruh kattığı o sahir, sonsuz melodilerin bir noktada buluştuğu, kimi yerleri insan ayağı değemeyecek kadar dik, kimi yerleri ise çam tomruklarından büyücek bir ev dikecek kadar düz bir sevgi mabedidir benim için... Yoksulken zengin hissettiğim; hastalık, sıkıntı nedir bilmediğim lakin istediğim her zaman da gidemediğim bir sıladır orası; yabani fasulye çalılıklarının arasında kalmış, ayak değmemiş bir çayırlığa boylu boyunca uzanıp, gözlerimi kapatır ve sonsuza dek bu huzuru içime içime çektiğimi hayal ederim orada. O an için dahi olsa sonsuzumdur, ömür çizgimde sahici bir mola yerine varmışımdır çünkü, bu ruhani mabedim beni hayatın sıkıntılarından saklamıştır, hiçbiri değilse de yaşamayı öğrenmişimdir artık; dertsiz, tasasız, yalnızca ellerimde tuttuğum sevgimle yaşamayı... Geri kalan her şeyi unutmuşumdur belki... Tek hatırladığım insan olmaktır belki; insan olup insan kalmayı becerebilmek...
Peki bu huzur hiç yormaz mı adamı? Yorar yormasına da, böyle yorgunluk dost başına, ey güzel... Bunca güzelliğin bağrında, ölüm bile seni unutmuşken, sevgi dediğim o ölümsüz ruhun maske takmaya ihtiyaç duymadan nefes alabildiği, sonsuzluğa uzanan bu huzurlu dağda, Dağ'ımızda böyle yorulmak, böyle sevgiyle yorulmak ne güzel şeydir kim bilir... Uzanırsın, burnuna çiçek kokuları dolar, yanı başından minik bir kirpi yavrusu geçer, hafif hafif esen rüzgarda saçların yüzüne savrulur, gözlerini kapatırsın, ayaklarındaki huzursuz karıncalanma ruhani bir hazza dönüşür; susuzluğun gider, kurumuş dudakların sessizliğin o doyulmaz tadını alır, sırtından bedenine yayılan ılık bir his tüm benliğini sarar, özgürce nefes alırsın...

Gözlerini açtığında gökteki binlerce yıldız sevgiyle selamlar seni, sen gülümsedikçe sayıları artar, hissettiğin huzurun sonsuz bir tezahürü olarak kalbinde hudutsuz bir mutluluk duyarsın ve aylardan Nisan'dır... Mutluluğun o eşsiz hazzı sana bir tutam da yağmur getirir peşi sıra... Yüzüne düşen her bir yağmur damlasında dinginliği yakalarsın, hava yavaş yavaş kararıp, vadide ışıkları birer ikişer yanan tek katlı dağ evlerinden yükselen şen kahkaları duyduğunda da doğrulmak istersin ve yaparsın bunu... Ayağa kalkıp oralara gitmek ve idare lambasının gölgesinde, çıtır çıtır yanan ateşin karşısında bir bardak çay içip, güzel hikayeler dinlemek istersin... Gidersin de, çünkü hayal edebildiğin her yer senindir...  

Uyan ey güzel ! Uyan da gidelim o uçsuz, bucaksız diyarlara... Elimi tut, gülümse ve gidelim, bir daha geri dönmemecesine...



1 Şubat 2013 Cuma

Yol Hikayeleri : Adalar


Güverteden bakıyorum da, gün ışımaya başlamış yine... Başımızın üstünde dönüp duran aç martıların kanat çırpa çırpa ötüşleri bizi biraz kendimize getirmiştir umarım. Ne diyordum, bizim Adalar! Buram buram yasemin kokan rengarenk tarlalarda koşturup gönlünce vakit geçiresi gelir insanın oralarda. Öyle bir huzur ki, yorulana kadar koşuşturmak, bal yapmak için o çiçekten bu çiçeğe uçuşup duran bal arılarını ve arada esip zayıf yaprakları saplarından koparıp yere düşüren mevsim rüzgarlarının tatlı hışırtılarını dinlemek, dolu dolu buğday başaklarına elini sürüp sonra o muazzam aromanın kokusunu içine çekmek ister insan. Çorak toprakları, sarp yamaçları yok mudur, vardır elbet lakin gürül gürül akmasa da kendi halinde akıp giden ırmaklarıyla, ırmakların iki yanında, tepeliklerin yamaçlarına kurulmuş o ücra köylerdeki güler yüzlü insanlarıyla yaşanılası yerlerdir oralar. Eminim seveceksin.

Hava biraz rüzgarlı, doğru söylüyorsun. Gün batımı tarafından hızla gelen mavnaların oluşturduğu dalgalar da eklenince... Balıkçı teknelerini, haydi onları geçtim, bir sıkımlık canı olan o kayıkları düşünsene, acaba nasıl göğüs geriyorlardır bu dalgalara, bu rüzgarlı havaya... Belki de hava şöyle böyle bozmaya başlayınca kıyıya yakın olanlar ufak ufak geri döner, açıktakiler ise iskeleye doğru yollanır. Canın tatlılığından değil elbet, cananın tatlılığındandır bu tedbirler... Çok görmeyelim.

Mart ayında ufaktan ufaktan gelip, Nisan başlarında artık o edalı misafir hallerinden çıkan canım ilkbahar buralarda öyle gösterir ki yüzünü! Kasımpatılar, sarı katırtırnakları, sümbüller, papatyalar o ahenkli renkleriyle uçsuz bucaksız araziler boyunca salınır, durur. Sonra kış uykusundan uyanan envai çeşit sürüngenle birlikte alaca renkte yaban tavşanları, dağ tavukları, dili dışarda tırıs tırıs arazileri dolaşıp bir şeyler arayan tilkiler; sonra ahenkli bir iki darbeyle ağaçta istediği oyuğu nihayet açan ağaçkakanlar, sincaplar ve yol yorgunu kuşlarla birlikte buralar cıvıl cıvıl olur. Sonra koyunlar kuzular, otlar yeşerir, insan bir nefes üstüne bir nefes daha almak ister. İşte öyle bir yerdir burası.

Huzur mu? Kallavisi buradadır! O kadar sakindir ki buralar, sorma gitsin! İnsan bu saydıklarımın içinde o kadar huzurla dolar ki, en azılısından haydudu getirip koyalım şu dağlardaki derme çatma kulübelerin birine, iki ayda sütten çıkmış ak kaşık misali tertemiz olur. Elini gözüne siper et de bak şuraya, işte şurası, bayraklı kalenin arka tarafındaki tepeliktedir o evler. Bunların çoğu toprak sıvalı evlerdir, kiminin düz damlı bir ahırı ve taşlı avlusunda yıllanmış bir tulumbası da olur. Arada bir otuz kırk koyunlu bir çoban, at sırtında bir avcı veya oradan oraya sürüklenen berduşlar gelip geçer önünden... Güzeldir oralar, havası temizdir. İnsan ancak huzurlu olursa mutlu olur, değil mi?

İneriz birazdan, hazırlanmaya başla sen. Ben dalgaların kokusunu biraz daha çekeyim içime. Denizin berraklaştığı o sığ kayalıklardaki minik yengeçleri gördüğümü düşünüp biraz daha gülümseyeyim. Tuz kokulu yosunlar, kayalara vurmuş denizanaları ve suların çekilmesiyle sığda kalmış bir kayaya yapışmış midyeler için denizi bir kez daha selamlayayım.

Sonra da sonsuz hayatlarımıza geri dönelim.