15 Kasım, '95
Bu sabah, devasa kayalıkların çepeçevre sardığı, çevresi irili ufaklı mağaralarla kaplı, engebeli bir
patikada ilerlemeye başladım. Düne göre hava biraz daha iyi ama yükte hafif,
pahada ağır bir şeyin eksikliğini fazlasıyla hissediyorum. Ne mi? Su elbette.
İki gün önce, geceyi tekinsiz bir mağara ağzında geçirdikten sonra sıkılıp yola
koyulmanın iyi olacağını düşünmüştüm. Sonrasında, yola revan olmadan evvel
yamaç dibinde sakin sakin akan çayda mataramı doldurmuştum, hatırladın mı? İşte
o gün, mataram neredeyse yarı yarıya doluyken kayalıklarla kaplı bir yamaçtan
inmeye çalışırken dikkatsizlik sonucu ayağım bir kayaya sıkıştı ve elimden
fırlayan matara sivri uçlu bir kayaya çarpıp kırıldı, bütün su da kayaların
dibindeki oyukların içine aktı. O yüzden bugün susuzum işte. Yürümekte olduğum
bu patikaya bakınca da gözüm korkmuyor değil, alabildiğine uçsuz bucaksız, ufuk
çizgisine kadar her yeri kaplıyor sanki. Ne sürülmüş tarlalar görüyorum ne de
balta girmiş ufak çam korulukları. Her yer boş, çorak ve ıssız. Ayağım da biraz
sızlıyor sanki. Belki de bu yüzden bedenim ayaklarıma ağır gelmeye başladı
yavaş yavaş, tükeniyorum galiba. Umutsuzluk -galiba hedeflediğim noktaya
varamayacak olmanın verdiği umutsuzluk- beni tüketmeye başladı. Bu tükenişi
saymazsak, sırtımda buralara kadar getirdiğim çantanın içinde işe yarar pek bir
şey de kalmadı zaten; koca çantada yarısı yenmiş bir paket bisküvi, Sabuncu
mevkiinde rastladığım Taşköprülü çobandan aldığım bir parça kuru peynir, kav
niyetine kullanırım diye bir ağacın üzerinden koparıp aldığım iri bir mantar ve
evladiyelik ateş başlatıcımdan başka bir şey de yoktu aslında, bisküviyle kuru
peyniri de dün gece yemiştim zaten. Yorgunluk, halsizlik, açlık ve susuzluk… Gerçi
düşünürsek Yukarı Kavrun maceramda bile bu kadar çaresiz kalmamıştım ama her ne
olursa olsun, başıma ne gelirse gelsin Doğa Ana bana kucak açacaktır, ona
güvenim tam. Yoksa onun koynuna doğru yola çıkmaya kalkışmazdım.
Bu arada ne düşünüyorum, biliyor musun?
Bence işi gücü bırakıp sen de buralara gelmeliydin. Ben düşünmesine düşünüyorum
ama belki ben bu cümleleri kurmadan sen içimden geçenleri çoktan duymuş ve
pılını pırtını evde bırakıp, tozlu çantanı sırtına takıp yola koyulmuşsundur...
Eee, şehir hayatına atılalı en az beş sene oldu, beş senede doğayı epey ihmal
etmişsindir. Şimdi ağaç diplerinde uyumak, olta başında beklemek, başın
ağrıyınca ağrı kesici yerine söğüt yaprağı çiğnemek zor gelir sana. Sonra dağ
başında rastladığın çobanın sana ikram edeceği çayın tadını da unutalı çok
olmuştur. Sivrisinek bulutları, baykuş uğultusu, ateş başı sohbetleri... Sen bunları
hepten unutmuşsundur... Bilmem, bir gün buralarda bir yerlerde karşılaşacağımızı
düşünüyorum aslında. Belki biraz sonra ufukta belirecek çam koruluğunun tam
ortasına dikilmiş derme çatma avcı kulübesine son takatimle girdiğimde seni
ateşin başında ısınırken bulacağım. Sen o arada kulübede bulduğun undan ekmek
yapacaksın, sonra da onu kemireceğiz birlikte... Ve sonrasında ikimiz de
susayacağız... Off! İşte mesele yine susuzluğa geldi, hay aksi!
Biraz hayal kurarsam susuzluğum geçer
belki dedim ama nerde! Dudaklarım kurudu, neredeyse birbirine yapışacak.
Hayaller görmeye başlamam da yakındır.
Tam bunları düşünürken ne oldu biliyor
musun? Hava yavaş yavaş kasvetli, kirli beyaz bir renge büründü ve bir iki
şiddetli gök gürültüsü sonrası gökyüzünden ufak yağmur damlaları düşmeye
başladı. İnanamadım! Çantamı umarsızca yere attım, başımı göğe doğru çevirdim
ve son gücümle ellerimi açarak yağmuru selamladım. Onu gönderene sonsuz
teşekkürlerimi sundum. Gülümsüyordum, bağırıyordum, çılgınca hem de. Sonra
dizlerimin üstüne düştüm, göğe doğru açtığım ellerimi yüzüme kavuşturdum. Gözlerimi
kapadım ve yağmurun o ritmik sesini dinlemeye başladım. Sahir bir melodiydi
sanki, kendimden geçtim.
...
Gözlerimi açtığımda bambaşka bir
yerdeydim, kendimi de çok iyi hissediyordum. Ne yorgunluğum ne de susuzluğum
kalmıştı. Kafamı kaldırıp baktığımda Aşağı Kavrun'da gördüğüm tek katlı dağ
evlerine benzeyen, çam tomruklarından yapılmış büyücek bir kulübede olduğumu
gördüm. Sade döşenmişti, kapıya yakın köşede, ortaya doğru dökme demirden bir
kuzine konmuştu. Üzerinde de kapakları hafif açılmış iki kara tencere fokur
fokur kaynıyordu, çocukken "çekmece" dediğim, kuzinenin ön
tarafındaki kapaklı bölmede de sanırım hoş kokulu bir şey
pişmekteydi.
Sonra sen girdin kapıdan içeri... Üzerime
eğildin, başımı ellerinin arasına alıp ateşime baktın, gözlerime bakıyordun, gülümsüyordun...
"Hoşgeldin" dedin, "Ben de sana ekmek pişirmiştim".
Gülümsüyordum... O kadar güzeldin ki...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder