6 Şubat 2013 Çarşamba

Yol Hikayeleri : Susuzluk


15 Kasım, '95

Bu sabah, devasa kayalıkların çepeçevre sardığı, çevresi irili ufaklı mağaralarla kaplı, engebeli bir patikada ilerlemeye başladım. Düne göre hava biraz daha iyi ama yükte hafif, pahada ağır bir şeyin eksikliğini fazlasıyla hissediyorum. Ne mi? Su elbette. İki gün önce, geceyi tekinsiz bir mağara ağzında geçirdikten sonra sıkılıp yola koyulmanın iyi olacağını düşünmüştüm. Sonrasında, yola revan olmadan evvel yamaç dibinde sakin sakin akan çayda mataramı doldurmuştum, hatırladın mı? İşte o gün, mataram neredeyse yarı yarıya doluyken kayalıklarla kaplı bir yamaçtan inmeye çalışırken dikkatsizlik sonucu ayağım bir kayaya sıkıştı ve elimden fırlayan matara sivri uçlu bir kayaya çarpıp kırıldı, bütün su da kayaların dibindeki oyukların içine aktı. O yüzden bugün susuzum işte. Yürümekte olduğum bu patikaya bakınca da gözüm korkmuyor değil, alabildiğine uçsuz bucaksız, ufuk çizgisine kadar her yeri kaplıyor sanki. Ne sürülmüş tarlalar görüyorum ne de balta girmiş ufak çam korulukları. Her yer boş, çorak ve ıssız. Ayağım da biraz sızlıyor sanki. Belki de bu yüzden bedenim ayaklarıma ağır gelmeye başladı yavaş yavaş, tükeniyorum galiba. Umutsuzluk -galiba hedeflediğim noktaya varamayacak olmanın verdiği umutsuzluk- beni tüketmeye başladı. Bu tükenişi saymazsak, sırtımda buralara kadar getirdiğim çantanın içinde işe yarar pek bir şey de kalmadı zaten; koca çantada yarısı yenmiş bir paket bisküvi, Sabuncu mevkiinde rastladığım Taşköprülü çobandan aldığım bir parça kuru peynir, kav niyetine kullanırım diye bir ağacın üzerinden koparıp aldığım iri bir mantar ve evladiyelik ateş başlatıcımdan başka bir şey de yoktu aslında, bisküviyle kuru peyniri de dün gece yemiştim zaten. Yorgunluk, halsizlik, açlık ve susuzluk… Gerçi düşünürsek Yukarı Kavrun maceramda bile bu kadar çaresiz kalmamıştım ama her ne olursa olsun, başıma ne gelirse gelsin Doğa Ana bana kucak açacaktır, ona güvenim tam. Yoksa onun koynuna doğru yola çıkmaya kalkışmazdım.

Bu arada ne düşünüyorum, biliyor musun? Bence işi gücü bırakıp sen de buralara gelmeliydin. Ben düşünmesine düşünüyorum ama belki ben bu cümleleri kurmadan sen içimden geçenleri çoktan duymuş ve pılını pırtını evde bırakıp, tozlu çantanı sırtına takıp yola koyulmuşsundur... Eee, şehir hayatına atılalı en az beş sene oldu, beş senede doğayı epey ihmal etmişsindir. Şimdi ağaç diplerinde uyumak, olta başında beklemek, başın ağrıyınca ağrı kesici yerine söğüt yaprağı çiğnemek zor gelir sana. Sonra dağ başında rastladığın çobanın sana ikram edeceği çayın tadını da unutalı çok olmuştur. Sivrisinek bulutları, baykuş uğultusu, ateş başı sohbetleri... Sen bunları hepten unutmuşsundur... Bilmem, bir gün buralarda bir yerlerde karşılaşacağımızı düşünüyorum aslında. Belki biraz sonra ufukta belirecek çam koruluğunun tam ortasına dikilmiş derme çatma avcı kulübesine son takatimle girdiğimde seni ateşin başında ısınırken bulacağım. Sen o arada kulübede bulduğun undan ekmek yapacaksın, sonra da onu kemireceğiz birlikte... Ve sonrasında ikimiz de susayacağız... Off! İşte mesele yine susuzluğa geldi, hay aksi!

Biraz hayal kurarsam susuzluğum geçer belki dedim ama nerde! Dudaklarım kurudu, neredeyse birbirine yapışacak. Hayaller görmeye başlamam da yakındır. 

Tam bunları düşünürken ne oldu biliyor musun? Hava yavaş yavaş kasvetli, kirli beyaz bir renge büründü ve bir iki şiddetli gök gürültüsü sonrası gökyüzünden ufak yağmur damlaları düşmeye başladı. İnanamadım! Çantamı umarsızca yere attım, başımı göğe doğru çevirdim ve son gücümle ellerimi açarak yağmuru selamladım. Onu gönderene sonsuz teşekkürlerimi sundum. Gülümsüyordum, bağırıyordum, çılgınca hem de. Sonra dizlerimin üstüne düştüm, göğe doğru açtığım ellerimi yüzüme kavuşturdum. Gözlerimi kapadım ve yağmurun o ritmik sesini dinlemeye başladım. Sahir bir melodiydi sanki, kendimden geçtim.

...

Gözlerimi açtığımda bambaşka bir yerdeydim, kendimi de çok iyi hissediyordum. Ne yorgunluğum ne de susuzluğum kalmıştı. Kafamı kaldırıp baktığımda Aşağı Kavrun'da gördüğüm tek katlı dağ evlerine benzeyen, çam tomruklarından yapılmış büyücek bir kulübede olduğumu gördüm. Sade döşenmişti, kapıya yakın köşede, ortaya doğru dökme demirden bir kuzine konmuştu. Üzerinde de kapakları hafif açılmış iki kara tencere fokur fokur kaynıyordu, çocukken "çekmece" dediğim, kuzinenin ön tarafındaki kapaklı bölmede de sanırım hoş kokulu bir şey pişmekteydi.

Sonra sen girdin kapıdan içeri... Üzerime eğildin, başımı ellerinin arasına alıp ateşime baktın, gözlerime bakıyordun, gülümsüyordun... "Hoşgeldin" dedin, "Ben de sana ekmek pişirmiştim".

Gülümsüyordum... O kadar güzeldin ki...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder